Ekonomik Akımlar Ve Teoriler

Kategoriler Dışındaki Genel Konularla İlgili Araştırma Yazıları.
bilge

Ekonomik Akımlar Ve Teoriler

Okunmamış mesaj gönderen bilge » Pzt 20 Kas, 14:51

Aciyo Faiz Teorisi


Aciyo, İtalyanca’dan gelme bir sözcüktür. Aslı aggio’dur. Bankaların yaptıkları operasyonlar dolayısıyla müşterilerinden aldıkları ücreti ifade eder. Banka hizmetleri, zaman ve “mekan” boyutlarında olabilir. “Mekan” boyutunda hizmete bir örnek transfer işlemleridir. Böhm - Bawerk’in Aciyo Faiz Teorisi’nde, aciyo terimi zaman boyutu açısından kullanılmıştır.

Aciyo Faiz Teorisi “zaman tercihi” kavramına dayanmaktadır. Bu teoriye göre, zaman sorunu faizin ağırlık merkezidir. İnsanlar, genellikle güncel gereksinmelerini ön planda tutarlar ve geleceği aynı ölçüde önemsemezler. Güncel gereksinmelerin ön plana alınmasının nedeni, iyimserliktir; ilerde her şeyin daha iyi olacağına beslenen inançtır. Önemli olan bugünün gereksinmesi, bugünün fırsatı olduğundan, elimizde bulunan para, yarı n elimize geçeceğini umduğumuzdan daha büyük değer taşır.

Şimdiki para, insanlara geleceğin parasından daha iyi görünür. Bugünün hazır parası ile yarının belirsiz parası arası nda, bir zaman tercihi vardır. Böhm-Bawerk de, Jean Baptiste Say gibi, paranın arz ve talep arasında bir saydam perde olduğunu düşünmüştür. Aslında malların parayla değil birbirleriyle değiştirildiklerini yazmıştır. Kredi, bugünkü malların yarınki mallarla mübadelesini sağlayan, mübadelelerle zaman boyutunu devreye sokan araçtır.

Elimizdeki paranın ya da bu parayla alacağımız malın yararı, yarının parasına ve malına üstündür. Başka bir deyişle, bugünkü malların yarınki mallarla, bugünün parası ile yarının parasını mübadele edebilmek için agio farkının giderilmesi gereklidir. Faiz, bu farkı gidermektedir.



Antagonizm Teorisi


Gelirlerin paylaşılmasında işverenle işçinin rakip durumda olduklarını iddia eden teoridir. Ricardo'ya göre, ücretle kârın kaynağı aynı olduğundan, bu gelirlerden birini artırmak diğerinin azalmasıyla mümkündür.

Paul Leroy-Beaulieu, bu teorinin statik karakterine dikkati çekerek hasılanın sabit olmayıp değiştiğini; üretimden işçi ve işverenden başka kimselerin de pay aldıklarını vurgulamış ve antagonizmin zannedildiği kadar katı olmadığını belirtmiştir.


Chicago Okulu

Chicago Üniversitesi'nde kurulan bir ekonomi okuludur. Bu okulun bir numaralı temsilcisi Milton Friedman'dır. Daha önce Chicago Okulu ifadesi üniversitenin siyaset bilimi ve sosyoloji konularında ün yapan öğretim üyeleri için kullanılıyordu.

Chicago Ekonomi Okulu'nda piyasa ekonomisinin en kuvvetli savunucuları toplanmıştır. Rekabet koşullarının muhafaza edilmesini ve monopolcü eğilimlerin önlenmesini savunmaktadır. Altın fiyatlarının serbest bırakılmasını, esnek kambiyo kurları uygulanmasını da savunmuştur. Para konusuna ağırlık veren bu okul, piyasa dengesini yalnız moneter tedbirlerle sağlamanın mümkün olduğunu savunmaktadır.

Chicago okulu ekonomik sistemin felsefesi, ekonomi siyaseti tercihleri ve kavramı ile ilgilenmiştir. Bu felsefenin en önemli özelliği, ana amaç olarak kişisel özgürlüğe ağırlık vermesidir. Bu bakımdan gelir dönüşümündeki eşitlik üzerinde duran bir çok ekonomistten ayrılmaktadır.

1928'den 1960'lı yılların sonlarına kadar Chicago Üniversitesi'nde profesörlük yapmış olan Frank Hü Knight kişisel özgürlüklere önem vermiştir. Chicago Okulu'nun ekonomi politikasını üç noktada toplamak mümkündür:

Ekonomik faaliyeti en iyi şekilde organize etmek için bu iş rekabetçi piyasalara terk edilmelidir.
Ekonominin devlet tarafından yönetiminin bir çok şekillerine karşıdırlar.
Bir ülkenin para sisteminin çok önemli olduğuna inanmaktadırlar.


Colbertizm


XVII. yüzyıl Fransa'sında, Colbert'in uyguladığı ulusal ekonomik politikaya verilen ad. Bu görüşe göre, maden kaynakları, Fransa'nın siyasal, ekonomik ve askeri gücünü etkileyecek bir öneme sahipti. Devletin elindeki maden varlığını arttırmak için, dışalıma yönelmek gerekirdi.

Dış ticaret dengesi, gerekirse savaşa ve zora başvurarak ele geçirilecek kaynaklarla kurulmalıydı. Bu görüş, devletin büyük şirketleri, yönetimi ve denetimi altında tutmasını savunuyordu. Deniz ticaretine, sömürgeciliğe önem veriyordu. Devlet, gümrük tarifelerini düzenlemeli, açtığı okullarda uzman ve teknisyen yetiştirmeliydi. Colbertizm, Fransa'da merkantilizmin özel bir uygulama biçimi olarak belirmiştir.



Doğal Ekonomi


Üretim faaliyeti sonunda ortaya çıkan ürünün, değişim konusu yapılmadan, doğrudan üretime katılanlar arasında paylaşıldığı ekonomik düzendir. Derebeylik düzeninin toprağı işleyen köleleri elde ettikleri ürünün bir kısmını toprak sahibine verir, kalanı da kendi aralarında bölüşürlerdi. Bu toplum düzeninde piyasa ve para yoktur. Dışa da kapalı olan doğal ekonomi düzeninin üç belirleyici özelliği vardır:

Tarıma dayalı bir ekonomik düzendir,
Paranın kullanılmadığı bir düzendir,
Sanayi öncesi bir toplum düzenidir.
Doğal ekonomi kavramıyla doğal düzen (natural order) kavramını karıştırmamak gerekir. "Doğal düzen", 18. yy'ın ortalarında Fizyokratların geliştirdiği düşünce sistemi içinde yer alır. Fizyokratlara göre kaynağını Tanrı'dan alan doğal düzenin işleyişine devlet karışmamalıdır. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" özdeyişi ilk kez bu iktisatçılar tarafından ortaya atılmıştır.


Emperyalizm


Emperyalizm, imparatorluk kurma eğilimidir; bir devletin sınırlarını genişletme politikasına denir. Emperyalizm, aynı ekonomik ve sosyal bütün içinde etnik ve kültürel bakımdan farklı halkların, merkezi bir iktidarın otoriter yönetimi altında bir araya getirilmesi eğilimini ifade etmektedir.

Avrupa Ülkeleri 16. yüzyıldan itibaren özellikle merkantilist akımın etkisi ile yoğun bir sömürgecilik faaliyetine girişmişlerdir. Sanayi Devrimi, sömürgecilik ihtirasını artırmıştır.

Sömürgelerin ucuz ve devamlı hammadde temin etmeleri ve sanayi mamulleri için de sürüm alanı olması, ekonomik bakımdan emperyalist ülkelere büyük yararlar sağlamaktaydı. Bununla birlikte sömürgecilik yoluyla büyük kârların sağlanması ile Avrupalı işçilerin refah seviyesi artmakta, işsizlik ihtimalleri azalmaktaydı.

Modern çağların ürünü olan ekonomik emperyalizm, hammadde ve ticari sürüm alanlarının aranmasından doğmuş, merkantilist ve kapitalist çağla beraber ortaya çıkmıştır. Her imparatorluk ve her emperyalizm sömürgeci olmasa bile, imparatorluk yani emperyalizm olayı ile sömürgecilik arasında sık sık rastlanan bir bağ vardır. Nitekim 19. yüzyıldan beri Avrupa Ülkelerinin ekonomik gelişmesinde sömürgeciliğin önemli bir rol oynadığı gerçektir. Ancak kapitalist sistemin ayakta durmasını sağlayan tek unsur sömürgecilik olmamıştır. Bunu, daha çok bilim-teknoloji ve bu alanlardan yararlanma, sağlamıştır.


Fizyokrasi


Fizyokrasi, insan toplumlarının tabii kanunla yönetilmesi demektir. Tabii kanun felsefesinin düşünce dünyasına egemen olduğu 18. yüzyılda, Fransa'da gelişen bir okul da bu adla anılmaktadır. Okul mensupları, "fizyokratlar" diye tanımlanır. Okulun önde gelen temsilcisi Dr. F. Quesnay’nın eserlerinden biri, Droit Naturel, yani "Tabi Kanun" başlığını taşımaktadır.

Çağlarında çok kısa bir süre etkili olmakla beraber, Fizyokratlar, iktisadi düşünce biçimlerine getirdikleri yeniliklerle bugün de anılırlar. İktisadi düzenin işleyişini, soyutlama yöntemi ile kurdukları bir model çerçevesinde anlama çabaları, toplumu işlevlerine göre birbirinden ayırmaları, servetin kaynağını mübadele değil üretim sürecinde aramaları, tarım üretimini düşünce sistemlerinin merkezi yapmaları, başlıca özellikleri arasında sayılabilir.

Fizyokratlar, anlaşma, girişim ve ticaret özgürlüğü ya da özel mülkiyet gibi, liberal anlayışın temel ilkelerini savunurken, bu savlarını tabii kanun felsefesinden çıkarıyorlardı. Bu reformcu fikirleri ile de, 1789 Fransız İhtilâli arifesinde, monarşiye ve merkantilist politikanın Fransa’da yarattığı olumsuz etkilere karşı çıkmış oluyorlardı.

Kurdukları soyut modelden çıkardıkları vergi politikası önerileri özellikle önemliydi; çünkü, dönemin Fransa’sındaki büyük toprak sahiplerinin vergi ödemesi gereken tek toplum sınıfı olması gerektiği sonucuna varıyorlardı. Oysa, gerçekte kral, kilise ve soylular gibi büyük toprak sahipleri de hiç vergi ödemezken, kiracı çiftçiler ve köylüler ağır vergi ödemek zorunda bulunmaktaydılar.

Fizyokratların düşünce sisteminin açıklanmasında bir tıp doktoru olan Dr. F. Quesnay’nın (1694-1774) "Tableau Economique" adlı eserinin özel bir yeri vardır. Ayrıca, bu eserin günümüzde kullanılan girdi-çıktı tablosunun öncüsü sayılması, esere bir diğer açıdan da önem kazandırmaktadır.

Tableau Economique, temelde üç toplum sınıfına dayanır:

Toprak sahipleri, (dönemin Fransa’sında kral, kilise ve soylulardan oluşur)

Toprakları birincilerden kiralayarak işleyen girişimci çiftçiler

Kısır sınıf, (hem zanaatkârları hem de tüccarlar ve mali sermaye sahiplerini içerir).

Tableau’ya göre, gerçek anlamda üretken sınıf, bunlardan ikincisi, yani girişimci çiftçilerdir; çünkü, çiftçiler yarattıkları net (safi hasıla) ile kendi geçimlerini sağladıkları gibi, toprak mülkiyetini elde tutanların (ya da bunların gelirine dayanarak yaşayanlar) ve kısır sınıfın geçimini de sağlayabilirler. Oysa, kısır sınıf, produit net yaratmazlar. Bu sınıfın bir bölümü olan zanaatkârlar, produit net yaratmasalar da, üretim sürecinde kullandıkları hammaddelere emekleri ile bir değer eklerler. Bu değer, kendi gelirlerine eşittir ve tümüyle çitfçilere ödenen tüketim maddelerine gider. Bu sınıf, ayrıca, tarım ürünlerine iyi bir fiyat sağlamak için gereklidir.

Kısır sınıfın diğer bölümü olan tüccarlar ve mali sermaye sahipleri, hiçbir değer eklemedikleri için, geliriyle produit net’ten bir azalmaya yol açarlar. Toprak sahipleri ise, tarımın yarattığı produit net’i toprak rantı olarak ele geçirirler.

Produit net, bu modelde toplum sınıfları arasında dolaşan bir çevresel akımla tanımlanırken, paranın rolü hiç küçümsenmemiştir. Paranın sadece mübadele aracı oluşu değil, aynı zamanda iktisadi faaliyet üzerindeki rolü de göz önünde tutulmuştur. Bu bakımdan Fizyokratların, Merkantilistlerle Klasik Okul arasında bir köprü oluşturdukları söylenebilir.

Fizyokratlar, bu soyut modelden, kendi açılarından önemli olan bir de vergi politikası önlemi çıkarmışlardır. Bu, verginin tek olması ve sadece toprak rantı üzerinden ödenmesidir. Düşünce sistemlerinde tek üretken kesim tarım, tarımda yaratılan produit net’i ele toprak rantı olarak geçirenler de toprak sahipleridir.

Produit net, tüketimden arta kalan pay olarak tanımlanmaktadır. Öyleyse, diğer toplum sınıfları değil, toprak sahipleri ele geçirdikleri rant üzerinden vergi ödemelidir. Bu sav, daha sonraki birçok iktisatçı tarafından tekrarlanmıştır. Diğer yandan, Fizyokratlar, serbest dış ticareti de savunmuşlardır. Ancak, bu savları bir teoriye değil de tabii düzen anlayışlarına dayanmıştır. Dönemin Fransa’sında, Merkantilist dış ticaret müdahalelerinin tarım ürünlerinin iyi bir fiyat sağlamasını engellediğini anlamışlardır.

Okulun diğer önde gelen kişisi R. J. Turgot’dur; görüşlerini "Reşexions sur la formation et distribution des richesses" (1766) adlı eserinde açıklamıştır. Turgot, azalan gelir kanunu, toprak rantının doğuşu ve kapital birikiminin kaynağı olarak, rantın önemi gibi, iktisatçıların daha sonra uzun boylu inceledikleri konulara eğilmiştir.

Fizyokratlar, dönemlerinde çok kısa bir süre etkili olsalar ve tabii kanun gibi pek soyut bir kavramdan yola çıksalar da, iktisat teorisinin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır.



Görünmeyen El Mekanizması


Serbest piyasa mekanizmasını ifade eden bu kavram, Adam Smith tarafından ortaya atılmıştır. İktisadi hayatta düzeni sağlayan ve hangi malların, kimler için, ne miktarlarda üretileceği gibi temel ekonomik sorunları çözümleyen bir görünmez el (serbest fiyat mekanizması) vardır. O nedenle hükümetler ekonomik hayata müdahale etmemelidirler görüşü, Görünmeyen El Mekanizması'nın savunucusu konumundaki Neo-Klasik iktisatçılar tarafından hararetle savunulmuştur.

Görünmeyen El Mekanizması sayesinde, ekonomide oluşan arz veya talep fazlalığı erir ve piyasa tekrar denge noktasına geri döner. Görünmeyen El Mekanizması talebin tamamiyle kırıldığı 1929 Büyük Buhranı esnasında, piyasaları dengesizlikten kurtarmaya yetmemiştir, bir mekanizma olarak çalışamamıştır.



Karma Ekonomi


Karma ekonomi, iki evrensel ekonomik sistem olan "kapitalizm" ve "sosyalizm" arasında yer alan, fakat özü itibariyle kapitalist sistemin özelliklerini taşıyan bir ekonomik düzendir. Karma ekonomi düzeninin çağdaş kapitalizmin uygulamada vardığı yeni bir aşama değil, tamamen bağımsız üçüncü bir sistem olduğunu savunan görüşler de vardır.

Karma ekonomi düzenini benimseyenlere göre kapitalist düzen liberalizme dayanmaktadır. Bu toplumsal görüşte kişinin hakları ve çıkarları her şeyin üstünde tutulduğundan toplumun çıkarları ihmal edilmektedir. Kapitalizmin karşısında yer alan "sosyalizm"de ise, toplumun çıkarları her türlü kişisel çıkarın üstünde tutulmaktadır. Oysa "karma ekonomi" düzeninde, anılan iki sistemin taşıdığı temel çelişkiler çözülmüş, yani kamu yararıyla kişisel çıkar bağdaştırılmıştır.

Buna göre, kişi ne her şeyin üstünde tutulmakta, ne de topluma feda edilmektedir. Ancak kişilerin çıkarlarıyla toplumun çıkarlarının çatışması halinde toplumun çıkarları öncelik kazanmakta ve kişinin bazı temel hakları kısıtlanmaktadır. Örneğin, kişinin mülkiyet ve miras hakları, bazı durumlarda kamu yararı nedeniyle yasalarla sınırlandırılmaktadır.

Karma ekonomi düzeninde hangi malların ne miktarda üretileceği, yani kaynak dağılımı sorununun çözümünde, tüketici tercihleri esas alınmaktadır. Fakat, kaynakların etkin kullanımı açısından, birçok alanda piyasa fiyatlarının bu tercihleri doğru olarak temsil etmediği görülmektedir. Bu durumlarda devlet, "toplum tercihlerine uygun üretimi sağlamak gayesiyle piyasa mekanizmasını düzeltici" önlemler almaktadır. Böylece, tekelleşmeyi önlemek, herkese çalışma olanağı sağlamak, gelir dağılımındaki dengesizliği azaltmak, işçi-işveren ilişkilerini düzenlemek gibi temel hedeflere yönelik önlemlerle, ekonominin istikrar içinde büyümesini sağlama görevini yüklenmiş bulunmaktadır.

Gelişmekte olan ülkelerde sermaye, teknik bilgi, girişimci ve yetişmiş işgücü kıtlığının yarattığı darboğazların kısa sürede aşılması için, "planlı bir karma ekonomi" düzenine ihtiyaç duyulmaktadır. Kaynakların israfını önlemek ve sosyal adalet içinde hızlı kalkınmayı başarmak için başvurulan bu planlama, kamu kesimi için emredici, özel sektör içinse yol gösterici bir nitelik taşımaktadır.

Örneğin, 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 166. maddesi, "ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayinin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak" görevini devlete vermiştir.

Türkiye'de uygulanan bu "planlı karma ekonomi" düzeninde, özel mülkiyet ve girişim serbestisi, kişinin temel hakları olarak Anayasa'da yeralmaktadır. Ancak devlet, kişi haklarını Anayasa ve bağlı yasalar çerçevesinde, kamu yararı nedeniyle sınırlama yetkisine sahiptir.

Karma ekonomi doktrini, büyük ölçüde çeşitli ülkelerdeki uygulamaların sonucunda ortaya çıkmış bir sentezdir. Tarihi gelişim içinde önce "karma ekonomi" anlayışının farklı uygulamaları yaşanmış, daha sonra bu düzenin düşünce sistemi gelişmeye başlamıştır. XX. yy'ın sonuna yaklaşılırken, Türkiye dahil, dünya ülkelerinin çoğunda "karma ekonomi sistemi" benimsenmiştir. Ancak, her ülkede düzeni belirleyen kurumların yeri ve önemi değiştiğinden, sistemin "saf" şekline uyan örneğe rastlanmadığı söylenebilir.



Komünist Manifesto


Komünist manifesto, Karl Marx ve Friedrich Engels'in birlikte yazdıkları ve bilimsel sosyalizmin temel ilkelerini sistemli olarak ortaya koydukları broşüre denir. Uluslar arası Emekçiler Birliği'nin ve daha sonraki sosyalist ve komünist partilerin programlarının temelini oluşturmuştur.

Marx ile Engels'in materyalist tarih anlayışını dile getiren Komünist Manifesto'da bütün sınıflı toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri, tarihi olduğu anlatılmak istenir. Burjuvalar ve Proleterler başlıklı I. bölümde toplumsal gelişme yasaları ele alınarak, kapitalist düzenin yerini sosyalist topluma bırakacağı ve bu tarihsel rolün proleteryaya düştüğü belirtilir.

Proleterler ve Komünistler başlıklı II. bölümde proleterya iktidarı, kapitalizmin sosyalizme geçiş, mülkiyet, aile ve ulus konuları çözümlenir. III. bölüm olan Sosyalist ve Komünist Literatür'de çeşitli küçük burjuva akımlarının kapsamlı bir eleştirisinin yanı sıra tutucu ve ütopyacı sosyalist ve komünist akımlar irdelenir. Komünistlerin Bugünkü Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Tutumu adlı IV. bölümde öbür muhalefet partileri ile komünistler arasındaki ayrımlar belirlenir.

"Avrupa'da bir hayalet kol geziyor: komünizm hayaleti sözleriyle başlayan manifesto, ünlü; Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri şeyleri yoktur. Oysa, kazanacakları koskoca bir dünya vardır; bütün ülkelerin işçileri birleşin! Sözü ile sona erer."


Liberalizm


Liberalizm, dini inançların söz konusu olduğu hallerde, politik faaliyette ve ekonomik yaşamda endividualizmi, özgürlüğü ve toleransı benimsemiş akımları belirten genel terimdir. Dini sorunlarda, liberalizm vicdan özgürlüğünü savunmuş, bağnazlığa karşı çıkmış, mezhep ayrılıklarının alevlendirdiği sosyal gerginlikleri onaylamamış ve kişisel inançlara saygı gösterilmesini istemiştir.

Liberalizm, politikada demokrasi ilkelerini desteklemiştir. İnsan haklarının savunuculuğunu yapmıştır. Liberaller, köleliğin kaldırılmasını, bireylerin baskı altında yaşamaktan kurtarılmasını, vatandaşların kanun önünde eşit olmalarını, genel oy hakkının kutsallığını ve hükümetlerin halka sorumlu tutulmasını istemişlerdir. Liberalizm, halk içinden çıkmış, halkla beraber olan ve halk için çalışan, anayasal iktidar düzenlerini benimsemiş bir doktrindir.

İktisadi liberalizm, dışalım serbestliğini, gümrük vergilerinin indirilmesini, serbest rekabeti savunmuş ve devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkmıştır. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler sözü, iktisadi liberalizmin sloganıdır.

İktisadi Liberalizm, Büyük Sanayi Devrimi çağında İngiltere’de doğmuştur. İngiliz liberalleri, fizyokratlardan Vincent de Gournay’ın “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözünü, iktisat politikasına ana ilke olarak benimsemişlerdir. İktisadi Liberalizm’in öncülüğünü yapmş ilk iktisatçılar: Adam Smith, Ricardo, Jeremy Bentham, Richard Cobden, John Bright ve John Sturat Mill'dir.



Manchester Okulu


1838 yılında Manchesterlı iki işadamının Hububat Kanunu'na (Corn Law) karşı kurmuş oldukları derneğin üyelerine verilen addır. Klasik İngiliz ekonomistleri serbest ticaret taraftarı idiler; İngiltere'de tarımın hububat kanunlarıyla himaye edilmesine karşı çıkıyorlardı.

Sanayi Devrimi sırasında her yıl parlamentoya serbest ticaret lehinde kanun teklifleri yapılmaktaydı. Bu hareket, 1838 yılında Hububat Kanunu'na karşı kurulmuş olan dernekle kuvvet kazanmıştır.

Dernek, Richard Cobden ve John Bright adlarında kendi kendilerini yetiştirmiş iki Manchesterlı işadamı tarafından, toplu hareketi siyasi bir baskı aracı olarak kullanmak üzere kurulmuştu. Bir taraftan bu derneğin üyelerinin faaliyeti, diğer taraftan İngiltere'de tarımdan az ürün elde edilmesi ve İrlanda'da açlığın başgöstermesi sonucu, muhafazakâr hükümet 1846 yılında hububat kanunlarını kaldırmıştı.

Uzun süren parlamento tartışmalarında muhalefet lideri Disraeli, hububat kanunlarının kaldırılmasını savunanlara karşı "Manchester Okulu" terimini kullanmıştıü Bu ifade ile, Muhafazakâr Parti'nin Manchester ve dolayındaki pamuk imalatçılarının etkisi altında kaldığını vurgulamak istemişti.

Daha sonra Manchester Okulu terimi, fabrikalara ve işçi sendikalarına cephe alan İngiliz klasik ekonomi okulunu karikatürize etmek için kullanılmıştır. Gerçekte klasik ekonomistler bu kadar aşırı fikirleri benimsemiş değillerdi. Bu nedenle, bir Manchester ekonomi okulundan çok, bir Manchester işadamları ve politikacılar okulundan söz etmek daha yerinde olur.


Marjinalizm


Değerin emekle değil, marjinal fayda ile açıklanmasını öngören yazarların oluşturduğu düşünce eğilimine verilen addır. "Marjinalist devrim" olarak da adlandırılan bu oluşum, Menger'in Grudstze (1871), Jevons'un Theory (1871) ve üç yıl sonra Walras'ın Elçments adlı kitaplarıyla gerçekleşmiştir.

Bu üç ekonomist, birbirlerinden habersiz olarak yazdıkları kitaplarda, sübjektif zevki, nispi fiyatların açıklanmasında temel nokta olarak kabul etmişler ve emekdeğer teorisinin yerine marjinal fayda değer teorisini benimsemişlerdir.

Aslında "marjinal fayda" kavramı çok daha eskilere gitmektedir. 1830'lu yıllarda Senior, Lloyd ve Longfield tarafından kavram olarak sözü edilmiş, 1844'te Dupuit, 1854'te Gossen ve 1855'te Jennings, tüketici davranışını açıklamak için yine bu kavramı kullanmışlardır.

Marjinal fayda teorisinin önemi, maksimum etki ile dağılım sorununun çözüm şeklini vermesiydi. Nitekim aynı yaklaşım hanehalkından firmaya, tüketim teorisinden üretim teorisine kadar çeşitli alanlarda uygulanmıştır. Klasik teoriden modern teoriye geçişte de marjinal analizin bir bütün olarak kabulü rol oynamıştır. Marjinal fayda teorisinin doğmasıyla ilgili dört açıklama öne sürülmüştür:

Ekonomi disiplini içinde otonom bir entellektüel harekettir,
Felsefi akımların bür ürünüdür,
Ekonomide belirli kurumsal değişmelerin ürüüdür,
Sosyalizme karşı, özellikle marksist sosyalizme karşı bir harekettir.
Aslında birinci açıklama tarzı daha fazla ağırlık taşımaktadır. 1850'lerde ve 1860'larda klasik ekonomi iflâs etmiş ve dağılmıştır. John Stuart Mill, Principles adlı kitabında emek-değer teorisini terketmiş, ücret fonu teorisini tekrar ortaya atmıştır. İngiltere'deki tartışmalar da Jevons'un marjinalist düşünce tarzını büyük çapta etkilemiştir.



Marxist Ekonomi


Karl Marx’ın kapitalist ekonomilerdeki süreçleri inceleyen ve eleştiren “ekonomist” yanıdır. Marx özellikle, değer fiyat ve kâr gibi ekonomik olaylar üzerinde durmuştur. Marx’ın ekonomik olayları ele alıp incelemesindeki amacı, modern herhangi bir ekonomistin amacından farklı değildir: Belirli bir tarih dönemindeki ekonomik olayları ele alarak bu olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkilerini tarafsız ve tutarlı bir şekilde ortaya çıkarmak, tıpkı modern iktisatçıların değer, ücret ve kâr kuramlarında ortaya koyduğu tümdengelimci mantık düzeni ve bazı dağınık tümevarımlı verileri ile Marx, hiç değilse sunuş açısından, modern ekonomi kuramına son derece yaklaşmaktadır.

Marx, kapitalist ekonomilerde faaliyette bulunan değer belirleyici kuvvetleri incelerken iki değer biçimi arasında kesin bir ayrım yapar: “Kullanım değeri” ve “mübadele değeri.” İlki, yani kullanım değeri, bir nesnenin mal sahibi için ne kadar kullanışlı olduğunu ya da kullanılmasından mal sahibinin ne kadar yararlandığını, tatmin olduğunu, zevk aldığını gösterir.

Kullanım değeri, bir soyutlamadır. Tamamen içsel bir kavramdır. Kullanım değeri yönünden bir nesnenin niceliğini yalnız ve yalnız onu kullanan ya da kullanacak olan kimse belirleyebilir. O zaman bile, kullanım değeri olan bir başka birime kıyasla, sahibinin nazarında artı ya da eksi nicelikte olabilir.

Marx’ın mübadele değeri teriminden kastı, mübadele sırasında bir birimin diğer bütün birimlere hakim olabilme derecesidir. Bunu daha açık bir şekilde ifade edersek, bir malın “mübadele değeri”, o malın hangi orantılı niceliklerde diğer mallarla mübadele edildiğidir.

Marx’ın sürekli olarak kullandığı değer terimi, aslında mübadele değeri anlamına gelmektedir ve bu bakımdan modern ekonomideki “değer” teriminden hiç de farklı değildir; “kullanım değeri” olmadan “mübadele değeri”nin olamayacağını söyler.

Bütün iktisatçılar gibi Marx da, değişik “mübadele değeri” biçimleri olduğunu belirtmiştir. Doğal değerler (ve onun yanı sıra “doğal fiyatlar”) ile piyasa değerleri (ve onun yanı sıra “piyasa fiyatları”) arasında kesin bir ayrım yapmıştır.

Marx, zaman zaman “doğal değer” ile eşanlamda “gerçek değer” terimini de kullanmaktadır. Marx’ın doğal ya da gerçek değer kavramı ile modern ekonomi biliminin normal değeri arasında hiçbir fark yoktur. “Doğal değer”, bir malın uzun dönemdeki ortalama değer düzeyidir. O malın kısa dönem değerleri, bu düzeyin çevresinde dalgalanır.

Marx’a göre, gerçek değerden sapmalar olmasının tek nedeni, piyasadaki arz ve talep kuvvetleridir. Arz ve talebin noksansız dengesi sırasında, gerçek değer ile piyasa değeri birbirine eşittir. Gerçek değerden sapmalara nasıl arz ve talep kuvvetleri sebep oluyorsa, gerçek değerin oluşumunu da başka bir kuvvet belirlemektedir.

Marx, piyasa değer ve fiyatlarının gerçek değer ve fiyatlara uymadığından sık sık söz eder. Emekteki ortak unsur, süre unsurudur. Yani diyebiliriz ki, tüm mallardaki ortak değer-yaratıcı ve değer-belirleyici unsur, emek süresidir.

Değer kuramını iyice anlayıp özümleyebilmek için birçok noktanın sürekli olarak akılda tutulması gerekir. Marx, “bir maldaki emek miktarı” derken, yalnız ve yalnız üretim sürecinin son aşamasındaki ya da malın “mübadele edilebilir” hale gelmesi için son biçimsel değişmeleri geçirdiği andaki emeği kastetmediğini kesinlikle belirtmiştir.

Bir malın değerini belirleyen emek miktarı, gerekli hammadde, enerji ve makinelerin üretildiği andan başlayarak, o malın bütün üretim aşamlarındaki bütün emeği kapsamına alır. Malın üretimi sırasında aşınan makinelerin onarımında kullanılan emek de, o malın değerini belirleyen emek miktarına dahildir. Aynı şekilde, bir malın hammadde makine yapısı ise, o hammaddenin yapımı sırasında aşınan makinenin onarımına harcanan emek de “o maldaki emek miktarı”na dahildir. Böylelikle her “mal” üretilmesi için değişik zamanlarda, değişik üretim birimlerinde ve değişik biçimlerde kullanılmış olan toplam emeğin bir “maddi zarfı”, bir “kabı”ndan başka bir şey değildir.

Değer kuramı, ürünü ne olursa olsun, ne kadar verimsiz kullanılırsa kullanılsın, her emeğin değer yarattığını kesinlikle öne sürmemiştir. Marx, “bir üründeki emek miktarı ne kadar fazla olursa, o ürünün değeri de o kadar artar” şeklinde bir tartışma geliştirmemiştir. Demek ki “değer-yaratıcısı” olan emek değil, sosyal emektir.

Ücret kuramını ekonomik olaylara uygularken, Marx’ın karşısına iki güçlük çıkmıştır. Gerçek ücret ya da emeğin üretim maliyeti, emekçinin en basit şekli ile maddi yaşamını sürdürmesi için gerekli bir miktar ise, kuram baştan, bazı edimsel ücret durumları ile çelişkiye düşmektedir. Bu görüş kabul edilecek olursa, kapitalist sistem içinde ücretleri arttırmak için girişilecek teşebbüslerin başarısız olacağı da varsayılmaktadır.

Buna karşılık, işçiden gelecek birtakım istek ve çabalarla işgücünün üretim maliyetini genişletmek mümkün olsa, kapitalist sistem içinde işçilerin ücretlerini artırmayı başarmaları olanağı da doğacaktır. Marx, bu iki şıktan birini tam olarak kabul etmeye yanaşmamıştır. Zaman zaman işgücü maliyetinin ücret-belirleyiciliğini asgari maddi geçim açısından ele almakta, zaman zaman ise “asgari geçim” kavramını daha geniş bir kapsam içinde yorumlamaktadır.

Soyut biçimi ile Marx’ın ücretler kuramı, son derece açıktır. Ancak, “işgücü’nün asgari” geçimi kavramının kapsamına nelerin girip nelerin girmediğini ortaya koymak gerekince, bu açıklık kaybolmaktadır. Bu noktadaki ayrımlar, berrak suya bulanıklık getirmiştir. Bazı hallerde “asgari geçim”, beden sağlığının korunması için gerekli araç ve gereçler gibi sınırlamalara sokulmakta, bazı hallerde ise, işçinin geçmişini ve günlük toplumsal çevresini kapsamına alacak şekilde genişletilmektedir.

Marksist kuramları bir bütün olarak düşündüğümüz takdirde, ücretlerin, asgari maddi geçim düzeyi ile sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu görürüz. Asgari maddi geçim düzeyinin bu “çekiş”ine karşıt eğilimler varsa, bu eğilimler ya geçicidir ya da son derece yavaş işlemektedir. Dolayısıyla önemsenecek bir etkileri yoktur ve kapitalist düzende faaliyette bulunan temel kuvvetler arasında sınıflandırılamazlar.

Marx, ücretlerin asgari maddi geçim düzeyini önemli bir şekilde aşmasını önleyen kuvvetlerin kapitalist düzenlerde faaliyette olduğunu söylemiştir. Marx’ın bir “ortalamalar” kavramı yolu ile temel değer kuramında yaptığı değişiklikler yeni bir durum yaratmamıştır.

Değer-belirleme olayının özü yine ilk kuramdır. Aynı şekilde, “asgari geçim” kavramındaki belirli bazı değişiklikler ve ayrıcalıklar sonucu etkilememektedir. İşgücü üretim maliyetinin değer-belirleyici niteliği, yine “asgari maddi geçim”e dayanmaktadır.

Marx, siyasi ekonomistlerin şu yoldaki bazı görüşlerine yabancı değildi: Kapitalistler, ellerine geçen fonları üretim süreçlerinde daha çok işçi istihdam etmek için kullanırken “tasarruf” olmadan sermaye birikimi olayının meydana gelemeyeceğini, bu sebepten, en az işgücü kadar, “tasarruf”un da önemli olduğunu ve pay alması gerektiğini savunmaktaydılar.

Bu görüşlere Marx iki cevap birden vermiştir. İlk cevabı şudur: İlk sermaye fonları, topraklarından koparılıp alınan toprak işçilerinden sağlanmıştır. Modern kapitalistlerin “tasarruf” ettiği iddia edilen fonlar da, ilk sermaye fonları gibi, çalınmıştır. Aradaki fark, hırsızlığın değişik biçimde yapılmasıdır; zira yeni fonlar artık değerden sağlanmaktadır.

Marx’a göre kapitalist düzenin temeli, değer ve ücretleri belirleyen süreçler ile sermaye birikimi olayıdır. Marx, bu süreçleri ve birikim olayını suçlamamıştır. Bunlar kapitalist düzenin parçalarıdır. Ayrılmaz parçalar olarak ne onlar kapitalist düzenin dışında varolabilir ve ne de kapitalist düzen onlarsız yaşayabilir. Tek başlarına bu süreç ve olayları “ahlâksız” diye kötülemek mümkün değildir. Bunları “ahlâk” ve “insanlık” dışı kılan nedenler, kapitalist düzenin ayrılmaz parçaları olarak, insan refahının ve iyiliğinin aksi yönde çalışmalarıdır. Bunlar içsel tutarsızlık ve çelişmeler içindedirler.

Emekçilerin kendilerini sömürmeye çalışan kapitalistin bu çabalarına engel olduklarını ya da kârlılık yüzdesinin aşağı yukarı sabit kaldığını kabul etsek bile, artık değerin varlığı ve ücretlerin geçim düzeyine adeta yapışık olması, kapitalist sistem içinde yeni bir çelişmenin doğmasına sebep olacaktır.

Buhran (depresyon), kapitalist düzene özgü kuvvetlerin kaçınılmaz bir ürünüdür. Marx ve Engels’e göre çöküntü ya da buhranların sebebi şudur: “Bir fabrikadaki üretim sürecinin toplumsal örgütlenişi öylesine bir gelişme noktasına ulaşmıştır ki, toplumdaki üretim anarşisi ile bağdaşmayacak durumdadır.”

Yeni makineler kullanmak ve sanayi bireyinin çıktısını arttırmak için, kapitalist işverenin üzerinde rekabet koşullarının yarattığı sürekli bir baskı vardır. Adı geçen bireyin karar verme yetkisi yalnızca kendisine ait olduğu için de, yeni makineler alabilecek durumdadır. Emek, istihdam şekillerini de değiştirebilir ve değiştirir. Böylelikle sanayi bireyindeki sürecin bütün unsurlarını eşgüdümleyerek (koordine ederek), ürünlerin daha büyük hacimde çıktısını sağlar.

Bütün kapitalist işverenler aynı baskıya açık olduklarından, hepsi de böyle bir politika izlerler. Bu durum, tek tek düşünüldükleri takdirde, bütün sanayi bireyleri için son derece akılcı ve doğru bir yöntemdir. Toplumdaki tüm sanayii bir bütün olarak düşünürsek, toplam çıktı ve toplam piyasa alış gücü arasında eşgüdümü sağlayacak unsurların bulunmaması sebebiyle, sanayinin içinde bulunduğu koşullar hızla “anarşi”ye döner.

Marx’a göre, kapitalist sanayi bireyleri arasında gitgide kızışan rekabet, “mali sermaye” ve “kapitalist emperyalizm” e yol açacaktır. “Sermaye tekelleri, üretimin tümünün prangaya vurulmasından başka bir şey değildir.”

Marx ayrıca, merkezileşme ve birçok sermayedarın birkaç sermayedar tarafından yutulması olayının ayrılmaz bir parçası olarak, “insanların, dünya pazarlarının ağına düşmesi” ve “kapitalist rejimlerin enternasyonalist (uluslararası) çehresinin oluşması”nı görmektedir.

Mali sermayenin kapitalist bir ülkenin sınırlarından taşarak bir başka ülkeye sıçraması anından itibaren, kapitalist emperyalizm aşamasından söz edilebilmektedir. Mali sermayenin egemenliği, işte tam anlamı ile ve köklü bir şekilde kurulmadan, yani sermaye bir ülkeden diğer bir ülkeye kolaylıkla taşınabileceği “para” ya da “kredi” biçimlerini almadan, kapitalist emperyalizm aşamasının başlama olanağı yoktur.

Kapitalist emperyalizm “tartışılmayacak bir şekilde, kapitalist gelişmenin özel bir aşamasını oluşturmaktadır. Ama emperyalizmin ne zaman başlayacağı üzerinde tahminlerde bulunarak fikir yürütmek saçmalıktır.”

Emperyalizmin değişik kapitalist “mali sermaye” ile ve kapitalist ülkelerde değişik zamanlarda başlaması olağandır. Zira, kapitalist koşullar altında değişik teşebbüslerin, tröstlerin, sanayi kollarının ve ülkelerin eş ve koşut bir gelişme göstermesi olanaksızdır.

Kapitalist emperyalizm aşama özelliklerini, pazarların ve mali sermaye için kârlı yatırım alanlarının bulunup korunması amacına yönelmiş emperyalist bir mücadeleden almaktadır. Kapitalist üretimin bu aşamasında gelişmenin kesintili ve zaman zaman tutarsız olmasına rağmen, 1916 yılında Lenin, “bu aşamanın bazı ülkelerde başladığını” söylemiştir.

Marksist kurama göre, kapitalist üretimin yarattığı çelişkiler varolduğu ülkeden taşarak bütün dünya üzerinde genişleme ve gelişme olanaklarına kavuşursa, ortaya kapitalist emperyalizm çıkar. Ulusal sınırları aşan mali sermaye ve tekeller, özgürlük için değil, birbiri üzerinde egemenlik kurmak için mücadele ederler.

Marksist kurama göre, kapitalist emperyalizmin hem yaratıcısı ve hem de varlığını sürdürdüğü alan durumunda bulunan kapitalist üretim sürecini parçalayacak yıkıcı kuvvetler, emperyalist savaş ya da savaşlar tarafından harekete getirilip geliştirilecektir.




bilge

Okunmamış mesaj gönderen bilge » Pzt 20 Kas, 14:54

Merkantilizm


Merkantilizm, 16. ve 17. yüzyıllarla 18. yüzyılın başında ticaret yapan ulusların büyük bir kısmında uygulanan bir iktisat politikasıdır. Bu politikanın ana amacı, ihracatı teşvik yoluyla altın birikimini sağlamak ve ulusun servetini ve gücünü artırmaktı.

Merkantilistler, ticareti ve sanayileşmeyi ana amaç edinmişlerdir. Ödemeler bilançosu fikrini geliştirerek ihracatın ithalatı karşıladıktan sonra bir fazlalık vermesini ve ülkeye değerli maden sağlanmasını amaçlamışlardır. Bunun için, merkantilist programın bir parçası olarak hükümetler, ihraç endüstrilerinde büyük yatırımların yapılmasını teşvik etmişler, içte üretilebilecek malların ithalini kısmak için yüksek gümrük duvarları kurmuşlar, yerli endüstri tarafından kullanılabilecek yerli hammaddelerin ihracatını yasaklamışlar, nitelikli işçilerin göç etmesine engel olmuşlar, nitelikli işçilerin yurt dışından ülkeye gelmesini teşvik etmişler, değerli madenlerin yabancılara satılmasını yasaklamışlardır.

Ülkelerin büyük bir kısmında benzer tedbirler alındığı ve bir ülkenin altın kazancı, diğer bir ülkenin altın kaybına neden olduğu için, merkantilist politika her ülkede başarıya ulaşamamaktaydı. Ticarette kıyasıya rekabete girişilmişti. Başarılı olan ülkede, merkantilist politikalar, ülke kaynaklarının tam istihdamını sağlamakta ve hızlı bir ekonomik büyümeye olanak vermekte idi.

İngiltere’de merkantilist yazarlar, genel olarak tüccardı ve yazıları kısa risaleler halinde yayınlanıyordu. Merkantilizmin Alman-Avusturya kanadına "kameralizm" adı verilmiştir. Yazarları, hükümet danışmanları, kamu yöneticileri ve bazı hocalardı. Bunların yazıları kitap halinde yayınlanmıştır. Ticari genişlemeden çok sanayileşmeye ağırlık vermişlerdir. Amaçları yerli sanayii geliştirmek ve kendi kendine yeterli bir ekonomi yaratmaktı.

Von Hornigk gibi kameralistler, belirli sanayilerin himaye edilmesini ve sübvansiyonunu savunmuşlardır. Fransız tipi merkantilizme "colbertizm" adı verilmiştir. Fransa’da merkantilizm, Jean Baptiste Colbert’in buyruğu altında yetişmiş memur kadroları tarafından yürütülmekteydi. Fransa, devlet kontrolünü ve müdahaleyi aşırı derecede uygulamış, fakat sağladığı başarı kısıtlı olmuştur.


Monetaristler


1950’lerde başlayan ve 1960’lı yıllarda Milton Friedman’ın öncülüğündeki Chicago Okulu tarafından geliştirilen akım, kaynağını Klasik Miktar Kuramı'ndan alan anti-Keynes’çi bir tepkidir.

Klasik görüşün yeni bir ifadesini oluşturur ve paraya, kişilerin mal varlıkları içinde diğer varlıklar gibi yer verir. Parasal varlıklar ile diğer menkul ve gayrimenkul varlıklar arasında kurulmuş olan dengenin sürdürülmesi için çaba harcandığını varsayan Monetaristlere göre, eğer bu denge bozulursa, yani ekonomik birimlerin portföyleri içinde yer alan para miktarı, arzulanan para miktarından farklı olursa, ekonomik birimler, reel ya da finansal aktifler satarak veya satın alarak bu duruma tepki gösterirler. Böylece bütün portföyün ya da malvarlığının yeniden dengeye gelmesi (optimum aktif dağılımının gerçekleşmesi) sağlanırken, ekonomide reel aktiflerin talebinde ve dolayısıyla nominal gelirde değişme olur.

Monetarist iktisatçılar, faiz oranlarının parasal ve reel kesimlerin ilişkilendirilmesinde oynadığı rolü reddetmemekle beraber, bu değişkenin öneminin ikinci derecede olduğunu ve dikkatlerin asıl para stokundaki artış hızı üzerinde toplanması gerektiğini ileri sürmektedirler. Bu nedenle, Keynes’çi para politikasından farklı olarak, monetarist bir para politikası, faiz oranları üzerindeki eylemi değil, para hacminin genişlemesi üzerindeki bir eylemi ifade etmektedir.

Monetarist görüşü savunan iktisatçılar arasında aşırı monetaristler olduğu gibi, ılımlı olanlar da vardır. Aşırı monetarist tez, para ile mallar arasındaki doğrudan ikamenin, faiz oranlarındaki değişikliklerden kaynaklanan dolaylı sürecin yerine geçtiğini ileri sürer. Ilımlı monetarist tez ise, doğrudan ikamenin Keynes’çi dolaylı sürecin tamamlayıcısı olduğunu, bu nedenle birincinin ikinci sürecin geçerliliğini bozmadığını kabul eder.

Monetarist parasal sürecin etkinliği, para talebinin faiz elastikliğinin düşük olmasına bağlıdır. Monetarist para politikası sürecinde stratejik faktör, para arzının artış oranıdır; ikinci önemli faktör ise, paranın gelir dolanım hızındaki değişikliklerdir. Bu iki faktör, bir ekonominin kendi kendisini besleyen bir enflasyon süreci içine girmesinin temel nedenleridir. Para stoğunun artış hızı enflasyonist sürecin başlamasından, paranın dolanım hızı da sürdürülmesinden sorumludur. Friedman’ın deyişiyle, “enflasyon parasal ve yalnızca parasal bir olgudur.”

Monetaristler için para politikası aktarma süreci içinde gösterge olarak “para stoku” nun, parasal ara-amaç olarak da “parasal taban” ın kullanılması gerekir.


Müdahaleci Kapitalizm


Liberal kapitalizmin rekabetçi yapıyı sürdürememesi, serbest ticaret ilkesinin aksamasına yol açtı. Diğer yandan emperyalizm kaçınılmaz olarak dünyayı bir savaşa sürüklemişti. Nihayetinde kapitalist sistemin liberalizm ilkelerinden kopuşu 1.Dünya Savaşı ile başlamış ve daha sonra çıkan bir dizi gelişmenin etkisiyle kapitalizm müdahaleci aşamaya geçmiştir.

1.Dünya Savaşı, kapitalizmin liberal döneminin sonu oldu. Bu büyük savaşın ekonomik sonuçları da çok ağır olmuştu. 1919 yılında savaşa katılmış olan ülkelerin hepsinde üretim üçte bir oranında düşmüştü.

Diğer yandan 24 ekim 1929'da bir borsa paniği ile başlayan büyük bunalım, ABD ile sınırlı kalmayıp diğer ülkelere de yayılmış ve sonuçları bakımından kapitalist sistemin dönüm noktası olmuştur. 1930'dan sonra bunalım giderek şiddetlenmiş ve tüm dünyaya yayılması ile sanayileşmiş ülkelerin tamamında 30 milyona yakın kişi işsiz kalmıştır.

Bu bunalımı aşmak için klasik kuramın tek reçetesi, beklemekti. Fakat ne kadar süreceği belli olmayan bu bekleyiş, her geçen gün maliyetini biraz daha arttırıyordu. Piyasanın, bunalımı kendiliğinden atlatması beklenirken kapitalizm tam bir çöküş içindeydi.

Öte yandan 1917 yılında SSCB'nin kuruluşu ile uygulamada da kendini gösteren sosyalizm, Batı'nın liberal kapitalist ülkelerine oranla daha istikrarlı ve yüksek bir büyüme hızı ile güçlenmekteydi. Kapitalist sistem, Rusya'da sosyalist bir sistemin kuruluşu ile aynı zamanda geniş bir pazarı da kaybediyordu.

J. M. Keynes, 1936 yılında yayınlanan çalışması ile tam istihdam dengesini sağlayan bir görünmez elin olmadığını ve dolayısıyla da bir müdahalenin gerekli olduğunu söylüyordu. Keynesyen İktisat, 1929 bunalımı sonrası birçok ülkenin zorunluluklar karşısında uyguladıkları politikalara teorik bir temel kazandırıyordu.

Bütün bu etkenlerin birikimi, liberal kapitalizmi müdahaleci kapitalizme yöneltiyordu. Müdahaleci kapitalizmin, kapitalizm uygulanmasında bir dönem olarak ele alınması ise 2.Dünya Savaşı sonrasına rastlar.



Nasyonel Sosyalizm


1933-1945 arasındaki dönemde Almanya’da uygulanan bir tür sağ totaliter rejime ya da o dönem için Almanya özelindeki faşizme verilen isimdir. Nasyonal sosyalizmin tarihi bir kuramı yoktur. Adolf Hitler’in yazdığı "Kavgam" (Mein Kampf) kitabında daha sonra nasyonal sosyalizmin uygulaması olarak görülen pek çok hususa değinilmekteyse de, bu kitabın nasyonal sosyalizmin kuramını ortaya koyduğunu ileri sürmek de mümkün değildir. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (NAZİ Partisi) 24 Şubat 1920 tarihli 25 maddelik programı da, kimi ayrıntılara girmesine karşın, nasyonal sosyalizmin kuramı olarak değerlendirilemez.

Nazi Partisi'nin programında, iktisadi konular oldukça ağırlıklıydı ve ilginç bir nokta olarak iktisadi sorunlara sol çözümler getirilmekteydi. Bunlar arasında örneğin emeksiz kazanılan gelirlere son verilmesi, tröstlerin devletleştirilmesi, toprak üzerinde spekülasyona son verilmesi, orta sınıfın desteklenmesi gibi noktalar vardı. Ancak bu tür hususlar, salt programda kalmıştır.

Ocak 1933’te Hitler’in başbakan olmasından sonra Alman Meclisi (Reichstag) içindeki çoğunluğun son derece hızlı bir biçimde “çoğunluk tahakkümüne” dönüşmesiyle “nasyonal sosyalist devlet” in oluşturulmasının yolu açıldı.

Nasyonal sosyalizmin ilk uygulaması, işçilere yönelik oldu. 1 Mayıs 1933’ün “ulusal işçi günü” ilan edilmesinden ve çok görkemli törenlerle kutlanmasından tam bir gün sonra, 2 Mayıs 1933’de Katolik sendikalar dışında, ülkedeki tüm sendikalar kapatılarak mal ve para varlıklarına devletçe el kondu. Katolik sendikaların aynı kaderi paylaşmaları için iki ay kadar bir süre geçmesi gerekecekti. 24 Haziran 1933’te sıra Katolik sendikalara geldi.

Mayıs 1933 sonunda Nazi Partisi liderliğinde “Alman İşçi Cephesi” oluşturuldu. Bu kuruluşun oluşmasıyla birlikte toplu sözleşme yasağı getiriliyordu. Bunun yerine son derece geniş yetkili “işçi mutemetliği” kurumu konuluyordu. Bu işçi mutemetlerinin sözleri ve kararları bağlayıcı nitelikteydi. Gene aynı günlerde, nasyonal sosyalizmin deyişi ile “fabrikaların önderliği, doğal liderlerine geri veriliyordu”. Yani fabrikalarda tek önder, o fabrikanın “sahibi” olacaktı.

Sendikalara ve işçi hareketine karşı girişilen bu tür eylemler, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi içindeki gerçekten “sosyalist” sayılabilecek gruplar arasında geniş bir hoşnutsuzluk uyardırdı. Bu gruplar, her ne kadar sosyal demokrasi ve Marksizm'e karşı idiyseler de, belirli bir sosyal espriye inanmakta ve Nazi Partisi’nin bunları savunacağını sanmaktaydılar. Ancak bunların tasfiyesinde de fazla bir güçlük çekilmedi.

Nasyonal sosyalist ekonomi, tipik bir savaş ekonomisi (Wehrwirtschaft) idi. Bu ekonomi içinde iki temel hedef alınmıştı. Bunlardan biri istihdam, diğeri ise ekonomik büyüme idi. 1936’da Göring’de ifadesini bulacağı üzere nasyonal sosyalist ekonomi “kendine yetme”yi temel ilke edinmişti. Bu arada devlet yatırımları artırılmaya çabalanırken, özel girişim de özendirilmeye çabalanıyordu. Bu ekonomi politikası ve özellikle silahlanma girişimleri, büyük iş çevrelerinin beklentilerini yanıtlarken, orta sınıf gitgide geride kalmaktaydı.

Nazi Partisi’nin programında ve propagandasında tekellere karşı savaş vaad ediliyordu. Buna karşılık Ekim 1937’de alınan bir kararla sermayesi 40,000 Dolar'dan ufak şirketlerin kapatılması yönüne gidildi. Bu karar çerçevesinde piyasadan çekilmek zorunda kalan şirket sayısı, piyasada çalışmakta olan şirketlerin %20’sinden fazlasıydı.

Daha sonra alınan bir kararla da, yeni bir şirket kurulabilmesi için minimum 250,000 Dolar sermaye sınırı getirildi. Yani antitekel sloganlarla iktidara gelen nasyonal sosyalizm, doğrudan doğruya tekelcilik yapmakta ve tekellerin gelişimini desteklemekteydi.

Ticaret yaşamı da devletin, yani Nasyonal Sosyalist Parti'nin kesin bir denetimi altına girmişti. Zaten ekonominin tümü merkezileştirilmişti. Alman ekonomisi “Alman Ekonomi Odası” adında bir örgüt içinde toparlanmıştı. 7 “Ulusal Ekonomi Grubu”, 23 “Ekonomi Odası”, 100 “Sanayi ve Ticaret Odası” ve 70 “El Sanatları Odası” doğrudan bu örgüte bağlanmıştı. Reichsbank’ın başına getirilen Dr. Schacht da kesin bir denetim mekanizması oluşturmuştu. İşçiler ise “Alman İşçi Cephesi” içinde örgütlenmişler ve partinin kesin denetimi altına girmişlerdi.


Neo-Enstitüsyonalizm


Amerikan ekonomik düşünce tarihinde, Thorstein Veblen, John Commons ve Wesley Clair Mitchell’in kurmuş oldukları kurumcu (enstitüsyonalist) ekonomi okulunda, kurucuları izleyen ekonomistlerin oluşturdukları kuşaklardır.

En tanınmış neo-kurumcular (neo-enstitüsyonalistler) Richard Ely, J.M. Clark, Rexford Guy Tugwell ve Gardiner Means’tir. Walton Hamilton, Robert Hoxie, Selig Perlman, A.B. Wolfe, Morris Copeland ve Edwin Witte gibi diğer bazı ekonomistler de bu akıma dahildir.

1972 yılında Allan Gruchy, neo-kurumcular kelimesini ikinci kuşak kurumcular olan John Kenneth Galbraith, Clarence Ayres, Gunnar Myrdal ve Gerhard Colm için kullanmıştır. Bugün Evrimci Ekonomi Derneği’nin çıkarmakta olduğu "Journal of Economic Issues" adlı degiyi çıkaranlar ve yazı yazanların büyük bir kısmı kurumcu görüşleri açıklamaya ve geliştirmeye çalışmaktadırlar.

Bazı kimseler, bugünkü kurumculuğun bir anlam ifade etmediğini, esas olarak ilk üç kurumcunun gerçek hareketi temsil ettiğini iddia etmektedir. Paul Samuelson, bu görüşü savunmakta ve gerçek kurumculuğun 40 yıl önce sona ermiş olduğunu iddia etmektedir. Diğer taraftan kurumcuların birçok fikirlerinin ve konularının ekonomik düşünce akımına girmiş olduğunu iddia edenler de vardır.

Ekonomik kalkınma ile ilgilenen ekonomistlerin ekonomik kararların çerçevesini oluşturan kurumsal yapı üzerinde durmaları, kurumcuların ekonomik analizde görmek istedikleri gelişmelere uygun bulunmaktadır. İnsan hayatının değeri, kalkınma ve büyümenin çevreye maliyeti, ekonomik faaliyetin moden dünyaya verdiği şekil kurumcuların ekonomik kalkınma büyümeden ziyade ekonominin ilerlemesi ve düzelmesi üzerinde durmalarının isabetini doğrulamıştır.

Gerek ilk kurumcular, gerekse neo-kurumcular, ekonomik karar verme sürecini kültürel ve toplumsal çerçevenin içinde incelemektedir. Kurumculuk, aynı zamanda klasik ve neo-klasik ekonomik teorinin varsayım ve perspektiflerine cephe alan bir hareket sayılmıştır. Bu bakımdan başta Gustav Schmoller olmak üzere akımın savunucuları, Alman Tarihçi Okulu’nun ve Ütopist Sosyalistler’in fikirlerini yansıtmaktadır. Neo-kurumcular ise kurumculuğun yalnız muhalefet olmadığını iddia etmektedirler.

Kurumculuğun esası, kaynakların nasıl kullanılacağı konusunda toplumda oluşan tercihleri şekillendirmeyi ve ifade etmeyi ekonomiye dahil etmeleridir. Toplumsal değerlerin oluştuğu ve kaynaklarla ilgili kararların alındığı bu karşılıklı etkileşim süreci kurumculuğun en ayırıcı özelliğidir. Öteki ekonomi okullarında bu özellik yoktur.

Kurumculuk, statik ve denge üzerinde değil, süreçler ve evrim üzerinde durmaktadır. Ekonomik karar vermeye katkıların doğal şlartı uyum değil, çatışmadır. Kurumculara göre politik ekonomi, piyasaları ve fiyatları yüzeysel bir şekilde incelemekte, modern toplumsal değerlerin kaynak dağılımı sürecinde yansıtılmasını ihmal etmektedir.

Kurumculara göre önemli olan fiyatların nasıl oluştuğu değil, değerlerin nasıl oluştuğu ve değerlendirme sisteminin zaman içinde nasıl değiştiğidir. Bu itibarla kurumcular, kalkınma ve büyümeden çok, ekonomik ilerlemenin, ilerleme fikirlerinin nasıl oluştuğu ve nasıl değiştiği ile ilgilenirler. Bu fikirler, toplumun kurumsal yapısının bütününü ilgilendirdiği için, kurumcular adı yerleşmiştir. Ancak evrimci ekonomi çok daha uygun bir addır. Aynı zamanda kurumcuların kalkınma ekonomisinde başarılı olmalarının nedenini de açıklamaktadır.


Neo-Hegelcilik


Alman düşünürü Hegel’in düşüncelerini 20. yüzyılın başlarında yeniden yorumlayarak çözümlemelere ulaşmak isteyen düşünce akımı. 1920’li ve 30’lu yıllarda aydın çevrelerde oldukça tartışılan bu görüşün önemli dü-şünürleri arasında Glockner ve Lason sayılabilir.

Neo-Hegelcilik bir anlamda Marksizm-Leninizm’e felsefe alanında karşı çıkmak isteyen çabaların bir ürünü ve belki de odağı olmuştur. Hegel idealizmini yeniden gözden geçirme yoluyla, tarihsel materyalizmi ve Marksist diyalektiği çürütme ve reddetme çabasına girilmiştir.


Neo-Klasik Ekonomi


İngiltere'de Alfred Marshall, Fransa'da Léon Walras ve Avusturya'da Carl Menger etrafında oluşan okulları içine alan bir genel düşünce çerçevesidir. Neo-klasik ekonominin en önemli özelliği piyasa olaylarıyla ilgili geniş kategorileri kişisel düşüncelere indirgemesi, ekonomi biliminin alternatifler arasında sübjektif seçim yapmanın, kişinin temel aksiyonuna bağlı bulunduğunu iddia etmesidir.

Neo-klasik ekonomi, değer teorisi konusunda 19. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan marjinal devrim ile başlamıştır. Neo-klasik ekonomi tek bir düşünce okulu değildir, yukarıda adı geçen üç tanınmış ekonomistin etrafında oluşan alt-okulların karışımıdır. Bu alt-okulların ortak yanları, piyasa süreçlerini koordine eden özellikleri piyasada kişilerin planları ve sübjektif değerleriyle açıklamaya verdikleri ağırlıktır. Kişiler piyasada teknolojik bilgi, sosyal alışkanlıklar ve uygulamalarla kaynakları n kıtlığı gibi zorlayıcı faktörlerin etkisi altında değerlendirme yapmaktadır.

İngiltere'de Marshall'ın 1885'te Cambridge Üniversitesi politik ekonomi kürsüsüne atanması Cambridge Okulu'nun başlangıcını oluşturmaktadır. Bu Neo-klasik ekonomi varyantı klasik ekonominin geçmişteki katkılarına, özellikle David Ricardo ve John Stuart Mill'in katkılarına süreklilik getirmiştir.

Marshall 1890'lı yıllarda yayınlanan Principles of Economics adlı kitabında, malları n normal fiyatlarını belirleyen kuvvetlerin sanayiler içinde yaşam kavgası veren firmalar çerçevesi içinde arz ve talep vasıtasıyla açıklanabileceğini ispat etmiştir. Marshall'ın taraftarları A.C. Pigou, D.H. Robertson, Ralph Hawtrey ve bir dereceye kadar John Maynard Keynes'ten oluşmaktadır.

1930'lu yıllarda Keynes eski üstadının aleyhine dönmüş ve sübjektif değerlendirmelerin koordinasyonu bozan süreçlere, işgücü işsizliğine ve sermayenin eksik kullanılmasına yol açabileceğini vurgulamıştır. Fransa'da Walras 1874'te yayınladığı Elements of Pure Economics adlı kitabı ile genel denge okuluna kurmuştur.

Vilfredo Pareto'nun 1896-1897 yıllarında yayınladığı Cours d'Economie Politique kitabıyla bu okul İsviçre'nin Lausanne şehrinde gelişmiştir. Diğer taraftan Walras'ın bazı öğretileri A.L. Bowley'in Mathematical Groundwork of Economics (1924) kitabı aracılığıyla İngiltere'ye geçmiştir.

Marshall gibi, Walras ve okulu piyasa fiyat belirlenmesinin arz ve talebiyle meşgul olmuştur; fakat Walras Marshall'dan ileri giderek bütün piyasaların eş-anlı olarak dengede olabileceği matematik şartları incelemiştir. Avusturya'da Carl Menger 1871'de yayınladığı Principles of Economics kitabıyla Avusturya Okulu'nu kurmuştur.

Viyana Üniversitesi profesörlerinden Friedrich von Wieser, Eugen von Böhm-Bawerk ve daha sonra Ludwig von Misse ve Friedrich A. von Hayek onun öğretilerini genişletmişlerdir. Marjinalist ekonominin temel konusu kişinin bir malın veya hizmetin değerini tahmin ederken o birimden vazgeçmesi halinde tatmin edilmemiş en düşük değerdeki kullanıma bağlıdır.

Jevons, Marshall ve Walras kişinin mülkiyetinde bulunan arz miktarıyla hissedilen sübjektif tatminin şiddeti arasındaki ilişkiyi kabul etmişlerdir. Fakat her tercihin vazgeçilen bir fırsat ile ilgili olduğu fikrini geliştiren Avusturya Okulu ve daha sonra 1930'lu yıllarda London School of Economics'teki ekonomistler olmuştur. Bundan hareketle Neo-Klasik Okul her harcama yönünde, harcanan marjinal doların sağladığı tatminin eşit olması halinin bulunması için sürekli karşılaştırma ve ikameler yolu ile piyasada rasyonelliği tanımlamıştır. Fiyatta bir yükselme sonunda ikame mekanizması harekete geçmekte, pahalı malın yerine daha ucuz alternatifler ikame olmaktadır.

Marshall'ın tanımını yaptığı ikame prensibine göre fiyat yükseldikçe kişisel talep asla artmamaktadır. Bu prensibe bir numaralı talep kanunu denmiştir. İkinci talep kanunu, piyasanın uyum sağlamak için gerektirdiği zaman ne kadar uzunsa, ikame etkisinin o kadar büyük olduğunu ifade etmektedir. İkame kavramı sosyal bilimlerin en radikal fikirlerinden biridir ve ulusal ihtiyaçların sabit olduğunu iddia edenleri eleştirmek için kullanılmıştır. Arz kısmında üreticiler, piyasada yaşamlarını devam ettirmek için bir arz miktarını en ucuz üretme yolunda, kaynaklar arasında ikamelerde bulunmaktadırlar.

Marshall'ın geliştirmiş olduğu firmalar ve endüstriler modelinde, beklenmedik talep kaynaklarına bağlı olarak üretimi tedrici şekilde ayarlama mecburiyeti çerçevesinde, firmalar kısa dönemde kapasitelerini daha yoğun bir şekilde kullanacak ve uzun dönemde kapasitelerini değişreceklerdir. Zaman geçtikçe firmalar hem büyüklük, hem de organizasyon bakımından daha esnek hareket edebilmekte, arz ve talep arasındaki denge daha esaslı bir şekilde oluşmaktadır.

Ekonomik organizasyonla ilgili yeni şekillerin öğrenilmesinin ve keşfedilmesinin ölçek ekonomilerine yol açtığı öne sürülmüştür. Birinci arz kanununa göre fiyat ne kadar büyük olursa, arz miktarı ndaki artış da o kadar büyük olmaktadır. İkinci arz kanununa göre belirli bir fiyat artışına tekabül eden arz miktarı artışı, piyasanın uyum sağlaması için geçen zaman ne kadar uzunsa o kadar fazla olacaktır.

Neo-Klasik ekonomide başka kaynaklarla bir arada kullanılan bir kaynağın değerini tespit ederken marjinal prodüktivitelerine bakılmaktadır. Bir kaynağın marjinal prodüktivitesini bulmak, diğer faktörleri sabit tutmak ve söz konusu faktörün miktarını değiştirmek suretiyle üretimde meydana gelen değişmeleri tespit etmek gerekir. Faktörün bir birimini azaltmak suretiyle üretim ne kadar artarsa, faktörün marjinal ürünü o kadar büyük olacaktır.

1898'de Phillip Wicksteed, pozitif veya negatif ölçek ekonomileri mevcut olmadığı takdirde, her faktöre marjinal ürünü kadar bir pay verildiğinde bütün faktörlerin ortak ürüne tamamen dağıtılmış olacağını göstermiştir. 1920'li yıllarda Neo-Klasiklerden Paul ve Douglas, 1960'lı yıllarda Robert Solow Amerika'da kişi başına gelirin büyümesine emek, sermaye ve inovasyonun katkıkatkı larını ölçebilmek için faktör fiyatları teorisini kullanmışlardır.

Douglas, 1934 yılında yayınladığı Theory of Wages kitabında işçilerin milli gelirden aldığı nispi payın zaman içinde değişmiş olduğunu tespit ederek, kapitalizmin gelişmesiyle işçi sınıfının daha az bir pay alacağı yolundaki Marksist iddiayı büyük çapta çürütmüştür.

Neo-Klasik ekonomi politikası analizinin büyük bir kısmını ekonomik etkinlikle ilgili özel bir kavrama bağlamaktadır. A politikasının belirli bir amaç için B politikasından daha az kaynak gerektirdiği gösterilirse, bu takdirde A politikası B politikasına tercih edilmekte ve daha etkin olduğu ifade edilmektedir. Piyasa fiyatlarının değer indeksleri olduğunu varsaymakla, Neo-Klasik ekonomistler programların maliyet ve faydalarını değerlendirmektedir. Maliyetlerine göre daha fazla fayda sağlayan politikalar ekonomik bakımından daha etkilidir.

İsrail Kirzner, Murray Rothbard ve Ludwing Lachmann gibi modern Avusturya Okulu temsilcileri, fırsat maliyetinin ölçme teşebbüslerine karşı çıkmakta, piyasa fiyatlarının denge fiyatları olduğu varsayımının yanlış olduğunu iddia etmekte, böylece maliyet-fayda analizinin metodolojik temelini reddetmektedirler.

Özet olarak denebilir ki, Neo-Klasik Okul çeşitli kavramlar çerçevesinde piyasanın işlemesini arz ve talep kuvvetleriyle açıklamaktadır. Ekonomik etkinlik kavramıyla Neo-Klasik ekonomi, hükümet politikalarından bazılarının israf sayılabileceğini, daha ucuz alternatifler göstermek suretiyle ispat etmeye çalışmaktadır.


Neo-Liberalizm


Klasik liberalizme reform getiren ve devletin daha aktif bir müdahalesini savunan ekonomist ve filozofların temsil ettiği düşünce akımıdır. Klasik liberalizm açık piyasaların gereğini ve üretim araçları-nın desantralize kontrolünü kişi hürriyetleri bakımından savunan toplumsal bir felsefedir.

Klasik liberalizmin babası John Locke’dur. Ancak öğretisinin bazı unsurlarını İ.Ö. 4. yüzyılda Romalı Stoacıların düşüncelerinde bulmak mümkündür. 1690 yılında yayınlamış olduğu "Second Treatise on Government" adlı kitabında Locke, kişi ile devlet arasındaki ilişkiler hakkında üç önemli kavram geliştirmiştir. Birincisi, sivil hükümetler kurulmadan önce kişiler, işbirliği içinde bulunan sosyal gruplaşmalar halindedir. İkincisi, kişiler, siyasi topluma girerken doğal bazı hakları beraberinde getirmektedir; bu haklardan ticari mübadelelerle vazgeçilemeyeceği gibi, devlet de bu hakları kaldıramaz. Üçüncüsü, hükümet, bu hakları himaye edemiyorsa veya buna istekli değilse, toplumun üyeleri bu hükümeti devirmekte ve daha etkili bir hükümet getirmekte haklı olurlar.

18. ve 19. yüzyıllarda, ekonomistler, piyasalarda mevcut olan ve kendi kendini düzenleyen faktörler sayesinde kaynakların sürekli olarak en fazla değer verilen kullanımlara yöneldiğini ve ekonomik kalkınma sağladığını açıklamışlardır.

Açık piyasaların, israfı kaldırmak ve tüketici isteklerindeki değişmeleri süratle cevaplandırmak hususundaki rolüne ağırlık veren klasik liberaller, piyasaya girişi önleyen ve rekabeti sınırlayan tertiplere karşı çıkmışlardır.

Klasik liberaller, belediye hizmetlerinin kurulmasına, mesleklere girmek için lisans mecburiyetinin konmasına, dış ticarete sınırlamaların getirilmesine, göçlere kota konmasına ve devlet kuvvetinin rekabeti önlemesine karşı çıkmaktadır. Bunlara rağmen klasik liberaller, tam "laissez faire" nin savunucuları değildir. Devletin yapmasını istedikleri şeyler milli savunma, polis kuvvetleri, sağlık, sanayi güvenliği liman ve baraj gibi yatırım projelerinin yapımı, yaratıcılığı teşvik etmek için patent sistemi, sağlam ve emniyetli bir paranı sağlanmasıdır.

Klasik liberalistler gibi neo-liberalistler de kişinin ekonomik ve manevi yükselmesini savunmaktadır. Klasik liberalistlerden farklı olarak neo-liberalistler, devletin piyasada fırsatlar yaratmak ve kişilerin, özellikle toplumun en fakir üyelerinin durumlarını düzeltmek için daha aktif bir rol oynamasını ileri sürmektedirler.

Jeremy Bentham, John Stuart Mill, T.H. Green, Alfred Marshall, A.C. Pigou, J. A. Hobson, John Dewey, John Maynard Keynes, John Kenneth Galbraith ve John Rawls gibi neo-liberalistler, gelirden ve servetten artan oranlı vergi alınmasını, devletin eğitim, sağlık, park ve şehir plancılığını finanse etmesini, çeşitli sanayilere sübvansiyon vermesini (marjinal bir arz birimi üretmenin sosyal maliyetinin sosyal faydasına eşit veya ondan büyük olması şartıyla), miras yolu ile intikal eden servetin vergilendirilmesini ve kaynak işsizliğini azaltmak için toplam talebin yönetilmesini savunmaktadırlar.

Neo-liberalistler, kişisel hürriyeti pozitif bir şekilde tanımlamakta ve sosyal reform için kanunların kullanılmasına karşı çıkmaktadırlar. Klasik liberalistlerden farklı olarak, neo-liberalistler kişilerin topluma doğal bazı haklarla girdiklerini kabul etmemektedir. Özel mülkiyeti, kişisel hürriyeti ve açık piyasaları en geniş kitleler için en büyük faydayı sağladıkları için savunmaktadır.

Uygulamada müdahalenin boyutlarını ve sınırlarını tespit konusunda sezgiyle hareket etmesine karşın, neo-liberalizm Batı demokrasilerinde son yüzyılda çok büyük etki yapmıştır. Ancak neo-liberalizm, zamanla sosyalist programlara yakınlaşmış ve sanayiyi millileştirmeye doğru kaymıştır.

Çok az kontrol ile süratli sonuçlar sağlayan programlar, zamanla daha fazla kontrole ihtiyaç yaratmış, sanayinin millileştirilmesi kaçınılmaz olmuştur. Hükümet kontrolünün tırmanma eğilimi klasik liberalistler tarafından tahmin edilmiştir. 1944 yılında "The Road to Serfdom" adlı eserinde Friedrich A. Hayek ve 1951 yılında "Socialism" adlı eserinde Ludwig von Mises, müdahalenin bu şekli alacağını önceden tahmin etmişlerdir.

Müdahale sonucu kurulmuş olan bürokrasiler, ekonominin bir çok sahasında özel karar vermenin yerini almışlardır. Bunun sonucunda teşebbüs gayreti çok gerilemiş bulunmaktadır. Neo-liberalizm refah devletinin içinde bulunduğu karışıklık ortamında gerilememiş olsa bile, başlangıçtaki çekiciliğinden çok şey kaybetmiştir.


Neo-Merkantilizm


İki savaş arasındaki dönemde dış ekonomik ilişkilerde uygulanan sınırlayıcı rejimler, merkantilist sistemin tekrar canlanmasına yol açtı. Özellikle Büyük Bunalım’dan sonraki dönemde, dış ticaret ilişkilerini ve bunlardan kaynaklanan ödeme yükümlülüklerini serbest bir dış ticaret anlayışı içinde değil, takas ve kliring sistemleriyle karşılama yoluna gidildi.

Devlet, altın veya döviz ödemeden malın mal ile ödenmesi şeklindeki bu sistemler sayesinde dış ticaret ilişkilerini geliştirmeyi ve üretimi artırmayı amaçlamaktaydı. Milliyetçi akımların ve kendi kendine yeterlilik zihniyetinin gelişmesi neo-merkantilist sistemin doğmasına yol açan öteki önemli etkenlerdi.



Sosyalizm


Sosyalizm, gerek ekonomik bir doktrin olarak, gerek siyasal bir doktrin olarak, gerek bir ideoloji olarak tanımlanması son derece güç bir kavramdır. Zira, çağlar boyunca çok farklı kural ve uygulamalar sosyalizm olarak adlandırıldığı gibi; günümüzdeki birbirinden çok farklı uygulamalar da aynı biçimde adlandırılmakta ya da en azından sosyalizm oldukları iddiasını taşımaktadır.

Toplumculuk, sosyal-demokratlık, demokratik solculuk, komünistlik, sosyalistlik gibi bir dizi kavramın ifade etmek istedikleri şeyin ne olduğu ancak uygulamanın gözlenmesiyle anlaşılabilmektedir.

Tüm bu tartışmaların dışında kalarak çok genel çizgiler içinde bir tanımlama verilmek istenirse, üretim araçlarının (ya da en azından temel endüstrinin önemli bir bölününün) devlet tekelinde (ya da en azından denetiminde) bulunduğu ve söz konusu bu devletin çalışan kitleler tarafından denetlendiği ülkelerdeki ekonomik sisteme sosyalist denebilir.

Aslında sosyalizm, hemen hemen her ülkede farklı uygulandığı için, tek bir sosyalizmden söz etmek yerine farklı sosyalizmlerden söz etmek daha doğru olur.


Teknokrasi


Teknokrasi, bir sosyal ve ekonomik programın uygulanmasında mühendis ve teknisyenlere ekonomik hayatın denetimini bırakmayı öngören anlayışa verilen addır. Bu görüşü savunanların hareket noktası, kompleks ekonomik hayatta siyasilerin bu ekonomik yapıyı denetleyemez hale geldiği görüşüdür.

Terim, ilk kez 1919 yılında William Smith adındaki bir Amerikalı tarafından Sosyal Organizasyon Teorisi ve Ulusal Endüstri Management Sistemi adı altında tarif edilmiş ve geliştirilmiştir. Daha çok Büyük Bunalım’ın egemen olduğu 1929 sonrasında zemin bulmuştur; günümüzde ise sadece ansiklopedik yaklaşımlarda ele alınmakla yetinilmektedir.


Ticari Kapitalizm


Kapitalizmin erken veya ilk aşamasıyla ilgilidir. Yeniçağ'ın başlangıcında, büyük coğrafi keşifleri izleyen yıllarda Atlantik Kıyılarında gelişmiştir. Sermaye, ticaret ve para muamelelerine yöneldiği için kapitalizmin bu aşamasına ticari kapitalizm adı verilmiştir.

Avrupa’nın Uzak Doğu ile ticaretinin 16. yüzyıldan itibaren Akdeniz’den Atlantik Kıyılarına kayması, ticari kapitalizmin İngiltere, İspanya ve Portekiz Kıyılarında yoğunlaşmasına yol açmıştır. Büyük imparatorlukların denizaşırı sömürgeler kurmaları, deniz ticaret filolarını geliştirmeleri, anavatana hammadde ve maden taşımaları, kapitale ve kapitalizme büyük imkânlar yaratmış, kapital birikiminin hızlanmasını ve yoğunlaşmasını sağlamıştır.

Ticari kapitalizm, 18. yüzyılın ortalarına ve kısmen ikinci yarısına kadar sürmüştür. Avrupa ülkelerinin bu dönem içinde yürüttüğü iktisadi politakaya merkantilizm adı verilmiştir.


Viyana Okulu


Viyana Okulu veya Avusturya Okulu bir akademik müessesenin ötesinde bir muhakeme yolu, bir analiz tekniği, bir araştırma programı ve diğer ekonomi düşünce okullarından farklı bir teorik sistemdir.

Viyana Okulu birçok önemli yönüyle klasik ekonomiden, tarihçi okuldan ve Marksist, kurumsal ve matematiksel ekonomiden ayrılmaktadır. Diğer taraftan Viyana Okulu'nun birçok ilkesi neoklasik ve modern ekonomiye girmiş bulunmaktadır.

Viyana Okulu'nun kurucusu 1871'de Principles of Economics ve 1883'de Problems of Economics and Sociology kitaplarını yayınlayan Carl Menger'dir. Viyana ekonomisi, grubun bütün üyeleri tarafından kabul edilen yeknesak bir sistem değildir.

İkinci kuşak sayılan Eugen von Böhm Bawerk ve Friedrich von Wieser birçok konuda birbirlerinden ve Carl Menger'den farklı görüşlere sahiptir. Bu itibarla Viyana Okulu'nu bütün üyelerin katıldığı doktrinlerle tanımlamak zorlaşmaktadır.

1890'lı yıllarda dört konu okulun özelliğini göstermekteydi: Marjinalizm, azalan marjinal fayda, maliyetlerin vazgeçilen fayda şeklinde ifadesi ve koplemanter faktörlere değer atfetme. Daha sonraki yıllarda metodolojik endividüalizme ve subjektivizme ağırlık verilmiştir. Daha geniş olarak ifade etmeye çalışırsak, Viyana Okulu'nun üyeleri metodoloji ve değer teorisinde ortak görüşlere sahip olmakla beraber, kapital, konjonktür, ekonomik hürriyet konularında farklı görüşlere sahiptir.

Avusturya Okulu'nun değer teorisi hakkındaki birçok ilkesi daha önceki bazı ekonomistler tarafından zikredilmiştir. Faydanın, kıtlıkla bir arada incelenmesi Galiani (1750), Condillac (1776), Walras (1831), Lloyd (1834), Dupuit (1844) ve özellikle Gossen (1854) tarafından yapılmıştı. Bu yazarların büyük bir kısmı azalan marjinal fayda kanununu tam anlamış bulunmaktaydı.

Faydaya uygulanmamakla beraber marjinalizm kavramı von Thünen (1826) ve Cournot (1838) tarafından geliştirilmişti. Ancak, bu öncüler ile Menger arasındaki önemli fark, bütünleşmiş bir teorik sistem kurmamış olmalarıdır.

Menger'le aynı zamanda yaşamış olan William Stanley Jevons (1862 ve 1870) ve Leon Walras (1873) aynı temel varsayımlar üzerinde bir dedüktif sistem kurmuştur. Aradaki fark Jevons ve Walras'ın matematik işaretler kullanmış olmalarıdır.

Böhm Bawerk ve Wieser'in yayınları Viyana ekonomisinin dünya çapında yayılmasına yol açmıştır. Sonraki kuşaktan Ludwig von Misas ve Firedrich von Hayek İngiltere'de ve Amerika'da uzun yıllar ders vermiş ve etkili olmuşlardır. Viyana Okulunun ana prensipleri:

Metodolojik endividüalizm: Ekonomik olayların açıklanmasında kişilerin aksiyonlarına ağırlık verilmektedir; gruplar ancak üyelerinin aksiyonlarıyla etkili olmaktadır.

Metodolojik subjektivizm: Ekonomik olayların açıklanmasında kişilerin muhakemeleri ve tercihleri bilgilerine veya sahip olduklarını zannettikleri bilgilere ve dış gelişmeler hakkındaki beklentilere ve kendi aksiyonlarının sonuçlarına bağlı bulunmaktadır.

Marjinalizm: Bütün ekonomik kararlarda değerler, maliyetler, gelirler, prodüktivite vs. toplama ilave edilen veya toplamdan çıkarılan son birimin veya son parçanın önemiyle belirlenmektedir.

Zevkler ve tercihler: Mal ve hizmetlerin fayda şeklindeki subjektif değerlemesi bunların talebini belirlemektedir; bu suretle piyasa fiyatları fiili ve potansiyel tüketicilerden etkilenmektedir. Tüketilen her mal ve hizmetin azalan marjinal faydası, tüketicilerin gelirlerinin çeşitli kullanımlar arasındaki dağılımını etkilemektedir.

Fırsat maliyeti: Buna Wieser'in "maliyetler kanunu" da denmiştir. Vazgeçilen en önemli alternatif fırsatın maliyeti, üretim hizmetlerinin feda edilen alternatif yerine başka bir gaye için kullanılması halinde, üreticilerin veya diğer ekonomik ajanların hesabında esas alınmak tadır.

Tüketimin ve üretimin zaman yapısı: Tasarruf kararı yakın, uzak ve belirsiz gelecekteki tüketim hakkında bir zaman tercihi aksettirmektedir. Yatırım ise belirli girdilerin daha uzun zaman gerektiren üretim süreçleri vasıtasıyla daha fazla ür.n elde etmek için yapılmakta dır. Bu son prensip BöhmBawerk'in sermaye teorisin deki iki temel prensibi ifade etmektedir. Geleceğin daha düşük değerlendirme perspektifi tüketicilerin gelecekteki tüketimin beklenen faydasını iskonto etmeye uyarmaktadır. Bu itibarla gelirin tüketilmemesi olan tasarruf ve sermaye arzı kıttır. Üretimin dolaylılığı, yani emek ve toprak gibi prodüktif hizmetleri daha uzun üretim dönemlerinde kullanmak (yatırım) bu hizmetleri daha prodüktif hale getirmektedir. Sermaye talebi bundan kaynaklanmaktadır. Mises'in ortaya atmış olduğu iki prensip oldukça tartışmalıdır.

Tüketicinin egemenliği: Tüketicilerin mal ve hizmet efektif talebine doğrudan yaptıkları etki ve serbest rekabet piyasalarında oluşan fiyatlar vasıtasıyla üreticilerin ve yatırımcıların üretim planları üzerinde dolaylı olarak yaptıkları etki, bir gerçek olmanın ötesinde bir amaçtır. Bu amacın gerçekleşmesi devletin piyasalara müdahalesinden, satıcıların ve alıcıların muhakemelerini kullanarak mal ve hizmetlerin miktarları, kaliteleri ve fiyatları konularındaki özgürlüklerini sınırlandırmasından kaçınmayı gerektirmektedir.

Siyasal endividüalizm: Kişilere tam bir ekonomik özgürlük verildiği zaman siyasal ve moral özgürlük mümkün olmaktadır. Ekonomik özgürlüğün kısıtlanması ergeç devletin cebri faaliyetlerinin siyasal sahada artmasına ve 19. yüzyılda kapitalist toplumların erişmiş olduğu temel kişisel özgürlüklerin zayıflamasına ve ortadan kalkmasına yol açmaktadır.

Viyana Okulu'nun ikinci kuşağı arasında Böhm Bawerk ve Wieser, üçüncü kuşağı arasında da Von Mises, Schumpeter, Hans Mayer ve Alfred Amonn, dördüncü kuşak arasında ise Friedrich Von Hayek, Gottfried Haberler, Fritz Machlup, Oscar Morgenstern ve Paul Rosenstein Rodan en tanınmışlarıdır.

Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

“Araştırma Genel Konular” sayfasına dön