gönderen EffEndY » Pzt 14 May, 15:42
Sevgili Serçe her zamanki zerafetiyle hislerini ifade etmiş...
Aslında olayın çıkış noktası, Efe arkadaşımızın benim Cemucer'in alıntıladığı yazıya hitaben sarfettiğim "Burada yazılanlar Astrolojinin ne olduğunu bilememekten kaynaklanıyor." ifadesini kendi üzerine alıp kendini savunma amacıyla bir karşı saldırıya geçmesi oldu. Ben de bunu ilk okuduğumda farketmediğim için, aynen karşılık verdim. Dolayısıyla bir uslup kısırdöngüsü yaşandı. Farkedince de zaten iğneyi biraz da kendime batırıp, o ifadenin hedefi tam da belli olmadığı için, alttan alma misyonunu yüklendim. Burası AkrepPortal, Akreplerin son başvuracağı şey de alttan almaktır; dolayısıyla ara ara olur bunlar, büyütmemek lazım. Çünkü zaten patlamaya hazır yüksek bir enerji sürekli tetikte, bir şey olsa da patlasam diye aranmakta, fırsatı kaçırmaz genelde. Bu tartışmalara bu gözle bakılmasında fayda var.
Ben konuya kaldığım yerden devam edeyim.
Öncelikle Astrolojinin bilim olup olmadığı meselesi; günümüzün maddeci bilim anlayışıyla astrolojinin kavranması mümkün değildir. Sorun astrolojide değil, bu anlayıştadır. Örnek verecek olursam;
Birbirleriyle alakası olmayan ve rast gelmesi mümkün olmayan on farklı insan size gelip "Şurada şu olay" yaşandı dese, sizin orada bu olayın yaşandığına dair en ufak bir şüpheniz kalır mı? Eğer kalıyorsa, bu, paranoyaklık olarak tanımlanan ruh hastalığına işarettir. Dolayısıyla burada ispat gerçekleşmiş demektir. Ancak maddeci bilim anlayışı bunu ispattan saymaz. Benim açımdan şüpheye yer yoksa, ispat gerçekleşmiş demektir. Mesela bu bahsettiğim yöntem hukukta sıklıkla kullanılır ve apaçık delil hükmündedir.
Dolayısıyla eğer ben şimdiye yüzlerce insanın doğum haritasını yorumlamış ve çoğundan da "sen beni benden iyi tanıyorsun" şeklinde tepkiler almışsam, artık benim daha başka bir ispata ihtiyacım yoktur. Bilim astrolojiyi bilimden saymış saymamış, benim pek umrumda olmaz. Benim açımdan bilimdir.
Nedir burada gözardı edilen nokta: SEZGİ. Halbuki sezgi dediğimiz şey şu an dünyada var olan tüm bilimlerin çıkış noktasıdır. Sezgi ile akıl birbirinden bağımsız şeylerdir, ancak ikisinden birinin olmaması bir diğerini de yok edeceği için, birbirlerinden beslendikleri de yadsınamaz bir gerçektir.
Gökcisimlerinin dönüşü, bugünkü bilim anlayışının insan sezgisini körleştirmesinden önceleri oldukça manalı gelmiş insanoğluna. İçlerinden pek duyarsız olanları hariç tutulursa, pek kimsenin aklına gelmemiş, "tesadüf, tabiat kanunu, fizik yasası" gibi son derece açıklayıcı ve fazlaca mantıklı izahlar(!)
Materyalist felsefenin oyuncağı haline gelmiş modern bilimin insanoğluna hayret duygusunu kaybettirmesinden önce, insanoğlu kainatta manalar okurmuş; sezgi diliyle...
Sezgi... Günümüzdeki kadar çok dile düşmemişti o zamanlar. Ama sessizce yaşanır, duyumsanırdı ve hayatın manalandırılmasında birinci dereceden söz sahibiydi. Günümüzdeki gibi hayal ve fantezi değildi, hayatın okunması ve tadına varılmasında temel his merkezimizdi. Ama belki de hor kullanılmasından olacak; güven kaybetti zamanla. Şimdilerde sezgilerimiz, pek önem vermediğimiz bir ruhsal kabiliyetimizdir artık; hayatımızın süsü, oyalanması nevinden işlerde kullandığımız...
Hayatımızın önem verdiğimiz taraflarını ise maddeci akılla değerlendiriyoruz. Çünkü hayatımızın en önem verdiğimiz tarafı maddi ihtiyaçlarımız oldu gün geçtikçe. Oysa beklenen bir şey değildi bu. İnsanoğlu zihinsel gelişimini ileri götürdükçe maddeye hakim olacak, onu hayatının belirleyici bir unsuru olmaktan çıkaracaktı. Ama öyle olmadı; maddenin sırlarına erip, onu hüküm altına alma çabamız, bizi maddeye daha da muhtaç hale getirdi. Çünkü maddeden nasıl yararlanacağımıza dair akılcı ve teknik bilgi, maddeyle aramızdaki hiyerarşiyi unutturacak kadar bürüdü zihnimizi ve bizi manaya karşı körleştirdi.
Bu tatsız gelişmenin hakiki sebebi, hayatımızın en fazla önem verdiğimiz tarafının kainatı ve kendi iç alemimizi okumak, duyumsamak ve sırlarına ermek değil de, "hayatı kazanmak" olmasıydı.
Eğer insanlık tarihini evrimleşme, ilerleme şeklinde yorumlayanlardansanız, aklı bedensel ihtiyaçlarımızın emrinde kullanma konusunda epey ilerleme kaydettiğimiz bir gerçek. Artık insanoğlu ihtiyaçlarının temini için daha az kaba kuvvet, daha fazla zihin faaliyeti sarf ediyor. Bu da insanı kaslarıyla değil, ama sinir sistemiyle çalışan ve sistemin yürütülmesine beyniyle katılan bir düşünce robotu haline getiriyor. Bütün gün bilgisayarının başında oturan, önünden akıp giden harfler ve sayılara odaklanmış; adeta onlarla bütünleşmiş, dikkat ve gerilim halinde çalışan modern insan, akşam eve gelince bir tek şey istiyor; gevşemek...
Gevşemek için maddi bağımlılıklar ve uyuşturucu eğlenceler kullanılır oldu günümüzde, sonra etkili bir dinlenme ile yeni güne hazırlanılır. Bu kısırdöngüye ara verildiği tatillerde de tek istenen şey, çalışma hayatına gerilimden boşalarak zinde dönebilmek için çılgınca eğlenmek, maddi açıdan tatmin olmak, küçük heyecanlar yaşamaktır. Hayatın sırrına, kainat şaheserinin manalar fısıldayan sembolik diline ve iç dünyamızın gizemlerine bir türlü sıra gelmez...
Çoğumuzun hayatı böyle geçip giderken, elbette aramızdan hayatı durdurup incelemek isteyenler de çıkıyor. Hayat koşuşturmasından çıkıp kaba gürültüden uzaklaşınca kendi iç dünyasını dinleme fırsatı bulan kimselerin, iç dünyalarıyla kainat arasındaki olağanüstü uyumu fark etmeleri mümkün oluyor. Günümüz astrologlarının bunları düşünememiş olmamaları beni ırgalamaz. Ben duruşumu onların görüşleri üzerinde belirlemek zorunda değilim.
Aslında kainatın sembolik dili, iç dünyamızın imgeleriyle o kadar uyumlu ki, hayatın şamatasına ne kadar dalmış olsak da, bu olağanüstü uyum üzerinde düşünmekten uzak kalamıyoruz. Gerek Doğuda, gerek Batıda sezgisel kabiliyetlerini değerlendirip, eski bilgilerin sırlı öğretilerinin de rehberliğiyle kainat ile insan arasındaki garip ilişkiyi anlamaya çalışanlar her zaman varolmuş, bugün de bir şekilde varolmaya devam ediyor. İşte gökyüzünün simgesel dili, bu mana açlığına ilginç ipuçları sunmuş.
Gökyüzü ve gök cisimleri, kainatla insan arasındaki esrarlı ilişkinin temel alfabesi yerinde olmuş her zaman. Doğuda ve Batıda insanın kainatı çıkarcı aklıyla değil de manaya susamış gönlüyle okuyup yorumlamasına dair hiçbir öğreti yoktur ki, gökyüzüne bigane kalmış olsun. Aksine insanın kendini yeryüzünde bulmasının esrarına dair açıklamaların hepsinde belirgin bir "gökyüzü unsuru" var.
Sevgili Serçe her zamanki zerafetiyle hislerini ifade etmiş...
Aslında olayın çıkış noktası, Efe arkadaşımızın benim Cemucer'in alıntıladığı yazıya hitaben sarfettiğim "Burada yazılanlar Astrolojinin ne olduğunu bilememekten kaynaklanıyor." ifadesini kendi üzerine alıp kendini savunma amacıyla bir karşı saldırıya geçmesi oldu. Ben de bunu ilk okuduğumda farketmediğim için, aynen karşılık verdim. Dolayısıyla bir uslup kısırdöngüsü yaşandı. Farkedince de zaten iğneyi biraz da kendime batırıp, o ifadenin hedefi tam da belli olmadığı için, alttan alma misyonunu yüklendim. Burası AkrepPortal, Akreplerin son başvuracağı şey de alttan almaktır; dolayısıyla ara ara olur bunlar, büyütmemek lazım. Çünkü zaten patlamaya hazır yüksek bir enerji sürekli tetikte, bir şey olsa da patlasam diye aranmakta, fırsatı kaçırmaz genelde. Bu tartışmalara bu gözle bakılmasında fayda var.
Ben konuya kaldığım yerden devam edeyim.
Öncelikle Astrolojinin bilim olup olmadığı meselesi; günümüzün maddeci bilim anlayışıyla astrolojinin kavranması mümkün değildir. Sorun astrolojide değil, bu anlayıştadır. Örnek verecek olursam;
Birbirleriyle alakası olmayan ve rast gelmesi mümkün olmayan on farklı insan size gelip "Şurada şu olay" yaşandı dese, sizin orada bu olayın yaşandığına dair en ufak bir şüpheniz kalır mı? Eğer kalıyorsa, bu, paranoyaklık olarak tanımlanan ruh hastalığına işarettir. Dolayısıyla burada ispat gerçekleşmiş demektir. Ancak maddeci bilim anlayışı bunu ispattan saymaz. Benim açımdan şüpheye yer yoksa, ispat gerçekleşmiş demektir. Mesela bu bahsettiğim yöntem hukukta sıklıkla kullanılır ve apaçık delil hükmündedir.
Dolayısıyla eğer ben şimdiye yüzlerce insanın doğum haritasını yorumlamış ve çoğundan da "sen beni benden iyi tanıyorsun" şeklinde tepkiler almışsam, artık benim daha başka bir ispata ihtiyacım yoktur. Bilim astrolojiyi bilimden saymış saymamış, benim pek umrumda olmaz. Benim açımdan bilimdir.
Nedir burada gözardı edilen nokta: SEZGİ. Halbuki sezgi dediğimiz şey şu an dünyada var olan tüm bilimlerin çıkış noktasıdır. Sezgi ile akıl birbirinden bağımsız şeylerdir, ancak ikisinden birinin olmaması bir diğerini de yok edeceği için, birbirlerinden beslendikleri de yadsınamaz bir gerçektir.
Gökcisimlerinin dönüşü, bugünkü bilim anlayışının insan sezgisini körleştirmesinden önceleri oldukça manalı gelmiş insanoğluna. İçlerinden pek duyarsız olanları hariç tutulursa, pek kimsenin aklına gelmemiş, "tesadüf, tabiat kanunu, fizik yasası" gibi son derece açıklayıcı ve fazlaca mantıklı izahlar(!)
Materyalist felsefenin oyuncağı haline gelmiş modern bilimin insanoğluna hayret duygusunu kaybettirmesinden önce, insanoğlu kainatta manalar okurmuş; sezgi diliyle...
Sezgi... Günümüzdeki kadar çok dile düşmemişti o zamanlar. Ama sessizce yaşanır, duyumsanırdı ve hayatın manalandırılmasında birinci dereceden söz sahibiydi. Günümüzdeki gibi hayal ve fantezi değildi, hayatın okunması ve tadına varılmasında temel his merkezimizdi. Ama belki de hor kullanılmasından olacak; güven kaybetti zamanla. Şimdilerde sezgilerimiz, pek önem vermediğimiz bir ruhsal kabiliyetimizdir artık; hayatımızın süsü, oyalanması nevinden işlerde kullandığımız...
Hayatımızın önem verdiğimiz taraflarını ise maddeci akılla değerlendiriyoruz. Çünkü hayatımızın en önem verdiğimiz tarafı maddi ihtiyaçlarımız oldu gün geçtikçe. Oysa beklenen bir şey değildi bu. İnsanoğlu zihinsel gelişimini ileri götürdükçe maddeye hakim olacak, onu hayatının belirleyici bir unsuru olmaktan çıkaracaktı. Ama öyle olmadı; maddenin sırlarına erip, onu hüküm altına alma çabamız, bizi maddeye daha da muhtaç hale getirdi. Çünkü maddeden nasıl yararlanacağımıza dair akılcı ve teknik bilgi, maddeyle aramızdaki hiyerarşiyi unutturacak kadar bürüdü zihnimizi ve bizi manaya karşı körleştirdi.
Bu tatsız gelişmenin hakiki sebebi, hayatımızın en fazla önem verdiğimiz tarafının kainatı ve kendi iç alemimizi okumak, duyumsamak ve sırlarına ermek değil de, "hayatı kazanmak" olmasıydı.
Eğer insanlık tarihini evrimleşme, ilerleme şeklinde yorumlayanlardansanız, aklı bedensel ihtiyaçlarımızın emrinde kullanma konusunda epey ilerleme kaydettiğimiz bir gerçek. Artık insanoğlu ihtiyaçlarının temini için daha az kaba kuvvet, daha fazla zihin faaliyeti sarf ediyor. Bu da insanı kaslarıyla değil, ama sinir sistemiyle çalışan ve sistemin yürütülmesine beyniyle katılan bir düşünce robotu haline getiriyor. Bütün gün bilgisayarının başında oturan, önünden akıp giden harfler ve sayılara odaklanmış; adeta onlarla bütünleşmiş, dikkat ve gerilim halinde çalışan modern insan, akşam eve gelince bir tek şey istiyor; gevşemek...
Gevşemek için maddi bağımlılıklar ve uyuşturucu eğlenceler kullanılır oldu günümüzde, sonra etkili bir dinlenme ile yeni güne hazırlanılır. Bu kısırdöngüye ara verildiği tatillerde de tek istenen şey, çalışma hayatına gerilimden boşalarak zinde dönebilmek için çılgınca eğlenmek, maddi açıdan tatmin olmak, küçük heyecanlar yaşamaktır. Hayatın sırrına, kainat şaheserinin manalar fısıldayan sembolik diline ve iç dünyamızın gizemlerine bir türlü sıra gelmez...
Çoğumuzun hayatı böyle geçip giderken, elbette aramızdan hayatı durdurup incelemek isteyenler de çıkıyor. Hayat koşuşturmasından çıkıp kaba gürültüden uzaklaşınca kendi iç dünyasını dinleme fırsatı bulan kimselerin, iç dünyalarıyla kainat arasındaki olağanüstü uyumu fark etmeleri mümkün oluyor. Günümüz astrologlarının bunları düşünememiş olmamaları beni ırgalamaz. Ben duruşumu onların görüşleri üzerinde belirlemek zorunda değilim.
Aslında kainatın sembolik dili, iç dünyamızın imgeleriyle o kadar uyumlu ki, hayatın şamatasına ne kadar dalmış olsak da, bu olağanüstü uyum üzerinde düşünmekten uzak kalamıyoruz. Gerek Doğuda, gerek Batıda sezgisel kabiliyetlerini değerlendirip, eski bilgilerin sırlı öğretilerinin de rehberliğiyle kainat ile insan arasındaki garip ilişkiyi anlamaya çalışanlar her zaman varolmuş, bugün de bir şekilde varolmaya devam ediyor. İşte gökyüzünün simgesel dili, bu mana açlığına ilginç ipuçları sunmuş.
Gökyüzü ve gök cisimleri, kainatla insan arasındaki esrarlı ilişkinin temel alfabesi yerinde olmuş her zaman. Doğuda ve Batıda insanın kainatı çıkarcı aklıyla değil de manaya susamış gönlüyle okuyup yorumlamasına dair hiçbir öğreti yoktur ki, gökyüzüne bigane kalmış olsun. Aksine insanın kendini yeryüzünde bulmasının esrarına dair açıklamaların hepsinde belirgin bir "gökyüzü unsuru" var.