Ünlü Suikastler

Kategoriler Dışındaki Genel Konularla İlgili Araştırma Yazıları.
bilge

Okunmamış mesaj gönderen bilge » Pzr 03 Ara, 13:32

Talat Paşa Suikastı


"Talat Paşa!.. Talât Paşa!.."

İttihat ve Terakki'nin eski Başvekili Talat Paşa, kendisine seslenen adamı görmek için geriye döndü. Dönmesiyle ateşlenen bir tabancadan çıkan kurşunun alnına saplanması ve kaldırımların üzerine yığılması bir olmuştu.

Bir zamanlar, Osmanlı İmparatorluğunun kaderini elinde tutan Talat Paşa, İran'ın Selmas şehrinde doğan Salomon Taleyran adlı bir Ermeni Komitacısının kurşunuyla böylece can vermişti.

Olay Berlin'de geçiyor, takvimler 15 mart 1921'i gösteriyordu.

Eşi Hayriye hanım, kocasının ölümünden yıllar sonra, Talat Paşa'nın öldürülmesi konusunda şunları söylüyordu:

"Çok cesurdu. Tehlike nedir bilmezdi. Etrafında kimbilir, ne maksatla kimler dolaşıyor, dikkat et, dedikleri zamanlarda bile aldırmaz, çantasını koluna alınca, fırlar tek başına giderdi. Berlin'de -en sonunda kanına giren- katil daha önce iki kere karşısına çıkmış, Paşa'yla göz göze gelmiş. Fakat Paşa o kadar pervasız, sakin, hatta gülümseyerek bakıyormuş ki, adam avuçladığı silahını çıkarmaya cesaret edememiş ve nihayet: Ben Talat Paşa'ya baka baka silahımı çekemeyeceğim, ancak arkasından vurabilirim, demiş."

Talat Paşa Berlin'deyken, bir dostuna yurt hasreti içinde şunları söylemişti:

"Selanik'teyken ikide bir sürgün cezasına çarpılan Bulgar komitacılarıyla karşılaşırdık. Bunlar vatanlarından ayrılmadan evvel, jandarma nezaretinde bulundukları halde merasimle rıhtımın üzerinde toplanır ve içlerinden birisinin verdiği işaretle hep birden eğilip toprağı öperlerdi.

Bu, onlar için vatana dönüş umudunun bir ifadesiydi: Öptüğümüz toprak bizimdir, buraya yine geleceğiz... demek istiyorlardı. Bir gün ben de vatana dönersem, bilir misiniz ne yapacağım?"

Dostu: "Her halde siz de onlar gibi toprağı öpeceksiniz..." deyince, Talat Paşa ağlayarak şu karşılığı vermişti:

"Ne dersin sen? Ne dersin sen? Ben öpmekle doyamam ki... Yiyeceğim vatan toprağını, yiyeceğim..."

Talat Paşa, 1874 yılının 17 Ağustosunda Edirne'de doğmuştu. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak ilk ve orta öğrenimini bitirdikten sonra Alyans İsrail okulunda iki yıl Fransızca okudu. Zeki, çalışkan bir gençti. Okul yöneticileri, kendisine bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği görevini vermişlerdi.

Mehmet Talat, Edirne'de çok durmadı. Selanik’e giderek Telgrafhaneye maaşsız memur adayı olarak girdi. Hukuk Mektebi'ne kaydoldu. Bir yıl sonra. Telgrafhane "Mukayyid"i (Kayıt memuru) olarak maaşa geçti ve yirmi yaşının içindeyken politikayla ilgilenmeye başladı. Jön-Türklerle haberleşirken yakalandığından üç yıl sürgün cezası yedi, Hukuk Mektebini de ikinci sınıfında bırakmak zorunda kaldı.

Cezası iki yıl sonra bağışlandı ve 1898'de Selanik'le Manastır arasında "gezici posta memuru" oldu. Bu görevi, İttihat ve Terakki örgütünün bu dolaylardaki haberleşmesini, güvenlik içinde yapabilmesi amacıyla kabul etmişti. 1893 yılında Posta Telgraf Başmüdürlüğü kâtipliğine, 1903'te de başkâtipliğine getirildi. 1907 yılındaysa, İttihat ve Terakki'nin "İhtilâl Komitası" sivil kadrosunun basında olduğu anlaşılarak, görevinden çıkarıldı ve tutuklandı.

1908'de, İttihat ve Terakki'nin önde gelen kişilerinden biri olarak Mehmet Talat, İkinci Meşrutiyet Meclisine, Edirne mebusu seçildi. Önce Meclis Reis Vekilliğine getirildi, 1909 Temmuzundan başlayarak sırasıyla Dahiliye Nazırı, Meclis'te İttihat ve Terakki Fırkası Reisi, Posta Telgraf Nazırı ve yine Dahiliye Nazırı oldu.

1916 yılında, Sadrazam Sait Halim Paşa'nın istifasıyla onun yerine getirildi. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun yenilmesi ve Mondros Mütareke'sinin imzalanması üzerine, Enver ve Cemal Paşalarla birlikte yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

31 Temmuz 1918'de Mondros Mütarekesi uyarınca, Osmanlı İmparatorluğu orduları silahlarını bırakmış, yenilgiyi kabul etmişti, İttihat ve Terakki'nin üç büyükleri, Talat, Enver ve Cemal Paşaların, savaş suçlusu olarak yargılanmaları kesindi. Bu nedenle, üç büyükler yurtdışına kaçmaya karar verdiler,

Talat Paşa, yurt dışına çıkmadan önce, yerine getirilen Başvekil İzzet Paşa'ya şu mektubu göndermişti:

"Pek muhterem ve mübarek tanıdığım İzzet Paşa Hazretlerine,

Memleketin bir müddet ecnebi nüfuz ve tesiri altında kalacağını anladım. Buna rağmen memlekette kalmak ve millet muvacehesinde muhakeme olmak fikrinde idim. Bütün dostlarım bunu atiye talik etmek için ısrar ettiler. Zat-ı fahimtaneleriyle istişare edemedim. Müşkül mevkide kalacağınızdan çok düşündükten sonra sarfı nazar ettim. Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim, memleket namuskârane ve fedakârane hizmet etmek idi. Şahsen buna muvaffak oldum. Bütün servetim, zat-ı şahanenin ihsan ettiği otomobil esmanıyla (değer, kıymet) her ay artırdığım yirmişer liradan müterakim bin altı yüz liralık istikraz-ı dahili bedelinden ve bir de dört arkadaşımla birlikte isticar (kiralamak) ettiğimiz çiftliğin devri icarından hasıl olan paradan ibarettir. Bunun bir kısmını aileme terk ederek bir kısmını yanıma aldım. Bundan başka bir nesneye malik değilim. Millete karşı hesap vermek ve muhakeme olarak tayin edilecek cezayı kemal-i cesaretle çekmek isterim, işte zat-ı fahimanelerine söz veriyorum. Memleketim ecnebi nüfuz ve tesirinden azade kaldığı gün, ilk telgrafınıza itaat edeceğim. Baki kemal-i hürmetle ellerinizden öperim muhterem Paşa Hazretleri.

2 Teşrinisani 1334 (2 Kasım 1918)
Mehmet Talat"


2 Kasım 1918 cumartesi gecesi, saat 11'e yaklaştığı sırada, karanlıklar arasında iki kişi hızlı hızlı rıhtıma doğru yürüyordu. Bunlardan biri Talat Paşa, öteki de İhsan Namık Bey'di. Rıhtıma yaklaştıklarında üç kişinin daha orada beklediğini gördüler. Talat Paşa, İhsan Bey'e dönerek:

"Bir kadınla iki erkek dolaşıyor, bunlar kimdir İhsan?" diye sordu.

"Belki de pokerden dönüyorlardır. Paşam..."

Bekleyen üç kişiden biri onlara doğru ilerleyince, tanımakta gecikmediler: Bu Enver Paşa'ydı.

Eski Harbiye Nazırı Talat Paşa'nın elini sıktıktan sonra:

"Tam zamanıdır, motor da neredeyse gelir..." dedi.

Gerçekten de az sonra, burnunda cansız bir ışıkla yol alan bir motor Amerikan Koleji yönünden gelerek rıhtıma yanaştı. Enver Paşa, kendisini uğurlamaya gelen kız kardeşini kucakladıktan sonra motora atladı. Onu ötekiler izlediler. Biraz sonra bütün yolcularını alan motor, açıkta kendilerini bekleyen Alman torpitobotuna yanaşıyordu.

Talat Paşa Berlin'e yerleşmişti. Anılarını yazıyor, karısıyla birlikte yoksul sayılabilecek bir hayat yaşıyordu. Sık sık karısı Hayriye hanıma:


"Beni bir gün sokakta vuracaklar. Alnımdan kanlar akarak yere serileceğim. Yatakta ölmek nasip olmayacak. Ama ziyanı yok, varsın vursunlar, vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez. Bir Talat gider, bin Talat gelir!.." derdi.

Bir gün ya Ermeni Komitacılarının ya da bir başka düşmanının kurşunlarıyla can vereceğini biliyordu. Özellikle Ermeni Komitacılarının...

Ermeniler, 1878 Türk-Rus savaşından sonra Doğu illerimizde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı. Çarlık Rusyası ve İngiltere, Ermenileri sürekli olarak kışkırtıyor, Amerikan misyonerleri de aynı yönde çalışmalar yapıyorlardı. Aya-Stefanos Anlaşması (Yeşilköy'ün eski adı) yapılırken, Avrupa Devletlerinin Berlin Kongresi'ndeki yetkili delegelerine bu amaçla baş vurmuşlar fakat, diplomatik yollardan yaptıkları bu baş vurmanın sonuçsuz kalmasıyla birtakım anarşist örgütler kurarak, sabotaj ve ayaklanma eylemlerine girişmişlerdi. Hınçak ve Taşnak adlı bu gizli örgütler, her eylemlerinde karşılarında Osmanlı Hükümetini buluyor, yabancıların işe karışmasını sağlamak için, "Türkler, Ermenileri kesiyor!.." şeklinde propaganda yaparak, Avrupa'yı birbirine katıyorlardı.

Ermeni Komitacılar, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra, Ermenilerin Doğu illerimizden göç ettirilmelerinde İttihat ve Terakki'nin, dolayısıyla bu örgütün önderleri durumundaki Enver, Talat ve Cemal Paşaların parmağını görüyor, intikam için fırsat kolluyorlardı.

15 Mart 1921 günü Talat Paşa, her zamanki gibi erkenden kalkmış saat ona kadar çalıştıktan sonra, eşine dönerek:

"Haydi Hayriye, seninle biraz dolaşalım. Hava almış olursun..." demişti.

Fakat mutfakta yemek pişirmekte olan karısı:

"Ben çıkmayayım. Hem yorgunum, hem de ateşte yemek var." diye karşılık verdi.

Talât Paşa Hardenberg Strasse'deki evinden çıkıp tek başına yürümeye başlamıştı. Daldın ve düşünceli bir şekilde. Kurfüstendam caddesine saptı. Daha birkaç adım atmamıştı ki, arkasından birinin:

"Talat Paşa!.. Talat Paşa!.." diye bağırdığını duydu. Geriye döndü ve...

Rumeli'de başlayan, fırtınalar içinde geçen bir hayat,. Kurfüstendam caddesinin kaldırımları üzerinde sona ermişti. Katil Salomon Taleyran, 24 yaşında üniversite öğrencisi gözü dönmüş bir Taşnak Komitacısıydı.

Alman mahkemesi, kendi toprakları üzerinde işlenen bu cinayetin suçlusuna hiç bir ceza vermeyerek, Taleyran’ı beraat ettirdi. Yıllarca dost bildiği, Birinci Dünya Savaşı'nda kader birliği ettiği Almanya, onun anısına ve kanlı ölüsüne bile saygı göstermemişti.

Talat.Paşa'nın cesedi, aradan 22 yıl geçtikten sonra 25 Şubat 1943'te yurda getirilerek Hürriyet-i Ebediye tepesindeki şehitliğe gömülmüştür. Talat Paşa, dostuna söylediği biçimde yurdunun toprağını yiyememiş, ancak bir torba kemik olarak yurt topraklarında sonsuz uykusuna dalmıştır.




bilge

Okunmamış mesaj gönderen bilge » Pzr 03 Ara, 13:33

Troçki Suikastı


1940 yılının 25 Mayıs sabahında, Meksika'nın başkenti Mexico'da ortalık daha yarı karanlıkken, Gizli Polis Şefi Albay Sanchez Salazar aldığı bir haber üzerine, apar topar arabasına binmiş Morelos caddesine doğru yol almaya başlamıştı. Telefonla kendisine, Leon Troçki'ye suikast yapıldığı haberi verilmişti!..

Albay Salazar, otomobilinin camlarından ıssız sokakları seyrederken, Rus Devrimi'nin ünlü kişilerinden Leon Davidoviç Troçki'nin, Meksika'ya gelişinden beri geçen olayları kafasından geçiriyordu. Troçki ve yanındakiler gelmeden önce, onu böyle gece yarısı sokağa düşürecek olaylar öylesine az olurdu ki... Ama bu Ruslar geleli beri, başkent Mexico'da çok şey değişmişti.

Troçki'nin, Morelos caddesi üzerindeki evi, şehrin dışındaydı. Evi dışardan görenler, eski çağlardan kalma bir şato olduğu yargısına kolayca varabilirlerdi. Troçki ve yakınları, evi satın aldıktan sonra, onu tam bir kale durumuna getirmişlerdi. Alçak bahçe duvarları yükseltilmiş, kapıya kurşun işlemez kalın bir zırh geçirilmiş, üstelik her yana alarm zilleri takılmıştı.

Mexico halkı, bu güvenlik tedbirlerini çoğu zaman alaya alıyor, "Don Leon" dedikleri Troçki'ye ölüm korkusunun yerleştiğini söylüyordu. İşin doğrusunda, Gizli Polis Şefi Salazar da, halktan ayrı düşünmüyordu bu konuda...

Morelos caddesi bilimindeki eve geldiğinde Salazar görevlilerden ilk bilgileri aldı; suikast sonuçsuz kalmış, Troçki'ye hiç bir şey olmamıştı, ilk kapı, arkasından ikinci bira kapı daha geçildi. Salazar şimdi, Meksika iklimine özgü çiçeklerle süslü bir bahçedeydi. Burada, başta Troçki'nin sekreteri olmak üzere, öbür koruyucu polisler, ellerinde tabancalarıyla, halâ üzerlerinden atamadıkları bir heyecan içinde Gizli Polis Şefini karşıladılar.

Troçki de bu kalabalığın arasındaydı. Soğukkanlı görünüyordu. Yalnız, gözlüklerinin ardındaki mavi gözleri, bir garip ışıltıyla parlamaktaydı. Karısı yanıbaşında duruyordu. Kadın oldukça heyecanlıydı. Troçki'nin Sieva adındaki torunu, ayağından hafifçe yaralandığı için topallayarak yürüyordu.

Hep birlikte Troçki'lerin yatak odasına girdiler. Keskin bir barut ve yanık kokusu kaplamıştı odayı. Duvarlar ve yatakların üzerleri, atılan kurşunlarla delik deşik olmuştu. Odanın döşemesi ve yatak örtüleri de yanmıştı. Taban tahtalarından hâlâ duman tütüyordu. Odanın makineli tüfekle tarandığını anlamak için, Gizli Polis Şefi olmak gerekli değildi!.

Yapılan incelemeden sonra, Troçki'nin karısı Nathalia, olayı Salazar'a şöyle anlatıyordu:

"Gecenin yarısını bulmuştuk. Çok yakından gelen silah sesleriyle uyandım. Leon da uyanmış, uyku sersemliğiyle bana bakıyordu. Kulağına eğildim; "Odaya ateş ediliyor!.." dedim. Birlikte yataktan döşeme üzerine kaydık. O sırada, bahçe, evin içi ve oda, sanki birbiri arkasına yıldırım düşüyormuşçasına aydınlanıyordu. Kapının eşiğinde duran üniforma giyinmiş bir adam, durmadan içeriye ateş ediyordu. Bir ara, Leon'u kurşunlardan korumak düşüncesiyle yerimden doğrulmak istedim. Fakat hızla beni yanına çekti. Adamın elindeki makineli tüfeğin parıltısı ve gürültüsü, bir süre daha devam etti. Sonra birden, bütün sesler kesildi. Torunumuz kaçırıldı, yakınlarımız öldürüldü, diye düşündüm. Şimdi de, Leon'u yeniden öldürmeye gelecekler kaygısı içinde, korkunç bir umutsuzluğa kapıldım..."

Evin önündeki çimenlik, suikastçilerin attıkları bir yangın bombasıyla kavrulmuştu. Troçki, eliyle çimenliği göstererek:

"Anlaşılan, gelenler yalnızca beni öldürmek değil, aynı zamanda evi de yakmak istiyorlarmış.." dedi.

Albay Salazar sordu:

"Suç delillerini yok etmek için mi?"

"O da akla gelebilir... Ama, arşivimi ve bende kalan gizli belgeleri yok etmek için de bu saldırıya girişmiş olabilirler. G.P.U (Sovyet Gizli Polis Örgütü) şu sıra sürdürdüğüm çalışmaların konusunu öğrenmiş olabilir. Daha önce de, Norveç'teyken, evde olmadığımız bir sırada bazı kimseler içeri girmek istemişlerdi. Fransa'da da, buna benzer bir şey oldu; Sosyal Tarih Enstitüsüne belgeler vermiştim. Bir gece, kimlikleri bilinmeyen kişiler, Enstitünün demir kapısını kaynakla eriterek içeri girmişler, 66 kilo ağırlığındaki belgeleri çalmışlardı.."

Bütün tunları kuşkusuz Stalin düzenliyordu. O Rusya'da egemen olabilmek için en yakınlarını bile ortadan kaldırmaktan çekinmiyordu. Elbette sıra bir gün, Troçki'ye de gelecekti. Belirtileri de ortadaydı. Troçki'nin adı Sovyet devrim tarihlerinden, devrimi yansıtan tablolardan, hatta belgesel filmlerden, şarkı ve marşlardan çıkartılmamış mıydı?.. Önce Rusya'dan sürülmüştü. Şimdi de Troçki'yi öldürterek, bu sorunu çözümlemiş olacaktı. Ayrıca elini çabuk tutması da gerekiyordu; çünkü Troçki, kendi hayat hikâyesini yazmaya başlamıştı. Hem de tarihi belgelere dayanarak... Bunu önlemeliydi.

Yarım kalan bu suikastın üzerinden aşağı yukarı 3 ay geçmişti. 1940 yılının 20 Ağustos günü gelip çattı. Oldukça sıcak ve güneşli bir gün başlıyordu. Troçki, çalışma odasına geçmek üzereydi. Karısı Nathalia, kurşun geçirmez ceketini giymesini istedi. Troçki, her zaman olduğu gibi direnmiş ve kurşun geçirmez ceketi, tehlikeye daha yakın gördüğü koruyucusuna giydirmişti.

Onun kendine göre bir hayat görüşü vardı. "Kişinin kendisini süresiz olarak ölüme karşı savunması imkânsızdır. Yoksa, yaşamanın değeri kalmaz!.." derdi. Kendisini ölüme götürecek olan ikinci suikastın yapılacağı 20 Ağustos günü işte böyle başlamıştı.

Sonradan, karısının anlattığına göre, Troçki bütün gününü çalışma odasında geçirmişti. Akşama doğru dışarı çıkmış, bahçedeki tavşanlarını beslemişti. Yanıbaşında birisi vardı; hem de havanın açık olmasına rağmen, kolunda yağmurluğu, başına iyice geçirilmiş şapkasıyla Jackson duruyordu. Jackson. her günkünden daha sinirli ve kuşkulu görünüyordu. Bu adam, çevresinde de sevilmeyen birisiydi. Komünist geçinmesine rağmen, bu konuda bilgisi hemen hemen hiç yoktu. Yalnız, Troçki'nin en güvendiği sekreterlerinden birinin kızıyla nişanlı olması, Troçki'nin yanına girebilme olanağını ona sağlıyordu. Nişanlısıyla birlikte gelirdi daima, ilk olarak 18 Ağustos günü yalnız gelmişti. Bu gün de ikinci kere Troçki'nin evine tek başına geliyordu.

Bir ara Troçki karısına:

"Jackson burada, nişanlısı Sylvia'yı bekliyor... Bu gece New York'a gideceklermiş." dedi.

Jackson da, bayan Nathalia'ya şunları söylemek gereğini duydu:

"Onu, burada bulamayınca şaşırdım! Oysa daha önce gelmesi gerekiyordu."

Sonra Troçki'ye dönerek:

"Onu beklerken, son yazdığım yazıyı da bir gözden geçirelim." dedi.

Troçki'nin bu teklif karşısında biraz canı sıkılır gibi oldu. Fakat olgun kimselere özgü hoşgörüsüyle, bu teklifi kabul etti. Birlikte çalışma odasına girdiler.

Olayın bundan sonrasını bayan Nathalia şöyle anlatmıştır:

"En çok iki üç dakika geçmişti ki, korkunç bir bağırma işittim. Baktım; Leon, eşik üzerinde gözüktü. Düşmemek için de arkasını kapıya dayadı. Zorlukla ayakta durmaya çalışıyordu. Yüzü kan içindeydi. Gözlüksüzdü ve gözleri dehşetle açılmıştı!

"Ne oldu, ne oldu?" diye bağırarak onu kollarımın arasına aldım. O, yalnızca:

"Jackson..."

diyebildi. Her şeye rağmen soğukkanlı bir görünüş içindeydi. Birlikte birkaç adım atabildik. Sonra onu yavaşça yere bıraktım. O zaman işitilmesi güç bir sesle:

"Seni seviyorum Nathalia!.." dedi. Başıyla çalışma odasını göstererek:

"Biliyor musun orada... Ne yapacağını anladım... Bir kere daha vurmak istedi, fakat kaçtım!."

Durumu öğrenen evdeki koruyucular, dışarıdaki polislere haber salarken, süre kaybetmeden Jackson'ın üzerine atılmışlardı. Umutsuzca direnen katilin şapkası başından fırlamış, odanın bir köşesine yuvarlanmıştı. Elindeki suç aracı olan keser de, boğuşma sırasında yere düşmüştü. Kâğıtlar, gazete ve dergiler ortalığa saçılmıştı. Troçki'nin üzerinde büyük bir özenle çalıştığı Stalin'in hayatıyla ilgili eserin birçok sayfası kan içindeydi!.. Öfke içindeki koruyucular, tabancalarının kabzalarıyla, durmadan Jackson'a vuruyorlardı.

Jackson ise, dehşet ve acı içinde bağırıyordu:

"Onların zoruyla yaptım bunu!.. Öldürün beni!.. Annemi hapsettiler.. Beni tehdit ediyorlardı..."

Bu sırada, yığıldığı yerden Troçki'nin sesi duyuldu: "Öldürmeyin onu!.. Konuşması gerekiyor!., öldürmeyin onu!.."

Hastaneye kaldırılan Troçki'nin yarasını doktorlar çok derin buldular. Aynı zamanda sürekli kan kaybediyordu Kafatası çökmüş, beyni zedelenmişti. Kurtulma umudu yok denecek ölçüde azdı. Yapılan ameliyat bir sonuç vermedi Troçki uzun bir süre can çekiştikten sonra, 1940 yılının 21 Ağustos sabahında, ortalık ağarmaya başlarken oldu.

Cevapla

“Araştırma Genel Konular” sayfasına dön