BİLİM İNSANLARI

Kategoriler Dışındaki Genel Konularla İlgili Araştırma Yazıları.
Kullanıcı avatarı
Elan_Vital
*SiyahAkrep*
*SiyahAkrep*
Mesajlar: 1141
Yaş: 38
Kayıt: Pzt 09 Oca, 20:40

BİLİM İNSANLARI

Okunmamış mesaj gönderen Elan_Vital » Pzt 12 Haz, 14:10

Galieo Galilei
Bilimin en büyük kan davası...

Galieo Galilei, evrenin merkezinin Güneş olduğu fikrini kabul etmiş, bu nedenle de Vatikan'ı karşısına almıştı...

İddianın doğruluğuna ilişkin özür, geç de olsa, tam 359 yıl sonra dile getirilmişti. Amansız çekişme çok eski yıllara uzanmakla birlikte tüm dünya bu haberle çalkalanmıştı. 1992'de Va-tikan, "evrenin merkezi dünyadır" savını geri çekip, Toscanalı inatçı bilim adamının haklılığını kabul ediyordu.

Papa II. Jean Paul, yaptığı açıklamayla, Kutsal Roma Katolik Kilisesi ile fizikçi ve gökbilimci Galileo Galilei arasında yaşanan, bilim tarihinin en uzun süren kan davasını da noktaladı. Birçok kişi için Vatikan'la Galilei arasında yaşanan çekişme, bilimin dinsel dogma karşısındaki zaferinin bir simgesi. Galilei'nin asıl "suçu" dinsel değerlere aykırı düşen görüşlere ya da dini inkâra değil, daha sıradan bir nedene dayanıyordu. O, Aristoteles'in eski öğretilerini çürütmüş, dolayısıyla antik Yunan filozoflarının "kuşku duyulmaması gereken" iddialarına dayanan ünlü akademisyenlerin kovanına çomak sokmuştu. Galilei'nin çıkışlarından rahatsız olan dönemin bilim otoriteleri, bu çatlak sesi susturması için Vatikan'a baskı yapmışlardı.

Geleceğin dahisi Galileo Galilei, 15 Şubat 1564'te Pisa'da dünyaya geldi. Babası Vincenzo Galilei, Floransa'nın ünlü bir ailesinden gelmekle birlikte, orta halli bir adamdı; kendisini daha çok felsefeye vermişti. Çocukluk yıllarını babasının entelektüel yaşam tarzı şekillendirmişti. Galilei, ilk önce Güzel Sanatlar Akademisi'ne yazıldı; ancak, 17 yaşında babasının isteği üzerine Tıp Fakültesi'ne başladı. Onun gözü ise, mekanik bilimlerdeydi. Matematiğe büyük bir merak sarmış, makinelerin matematiksel hesaplamaları konusunda yoğunlaşmıştı. 18 yaşındayken, babası da Floransa'ya dönünce, meydanı boş buldu ve üniversite derslerini bir kenara bırakarak, bir aile dostundan gizlice matematik dersleri almaya başladı. Öğretmeni Ostilio Ricci, matematikle birlikte fiziğe de meraklıydı.

Arkhimedes'in hayranıydı; bu büyük bilginin tüm eserlerini ezberlemiş, icatlarına temel olan matematik kurallarını incelemişti. Galilei, aldığı dersler sırasında devrim yaratacak fikirlerini de şekillendirmeye başlamıştı: Gezegenlerin hareketleri gibi doğal fenomenler matematikle açıklanabilirdi. Bu iddia, şimdi çok aykırı görünebilir, ancak, 16. yüzyılda evrenle ilgili araştırmalar yapan bilim adamları tek bir kaynağa dayanıyorlardı: Yunanlı filozof Aristoteles, M.Ö. 4. yüzyılda, bilime ilişkin her türlü yaklaşımı inceleyen düşünür, gününün koşullarında pek çok soruyu cevaplamaya çalış-mıştı.

Ancak doğaldır ki, ileri sürdükleri tartışılmaya başlamıştı. Galilei hayatını Aristoteles öğreti-lerine saldırarak ve onu körü körüne izleyenlerle savaşarak geçirdi. Bunun gerçekleşmesinde gerekli ipuçlarını, ona Ricci sunmuştu

Galilei, Pisa Katedrali'nde otururken, tavanda asılı duran lambanın gidiş gelişleri dikkatini çekti. Lamba bir düzen içinde sallanıyordu. Bu konuda yaptığı deneyler sonucunda; salınımların eşzamanlı olduğunu, matematik kurallarını izlediğini; dolayısıyla, zamanı belirtmede sarkacın kullanılabileceğini ortaya koydu. Ayrıca, bu yöntemle hastaların nabızlarını ölçmeye yarayan bir de cihaz geliştirdi.

Buluşu, Galilei'nin tıp profesörlerini bir süreliğine memnun etmişti. Ancak 1585'te, kendisine destek verilmesi isteğini reddettiler ve saygısızlık ettiği gerekçesiyle onu kovdular. Bu olayı izleyen yıllarda, zamanının büyük bir bölümünü matematik öğrenmeye ve çalışmalarına ayırdı. Artık tek bir hayali vardı: profesyonel bir matematikçi olmak.1588'e gelindiğinde, beş üniversiteden ret cevabı almış, hatta bir ara doğduğu kentten ayrılmayı bile düşünmüştü. Ancak, sonunda Pisa'da üç yıllığına matematik dersi verme isteğini kabul ettirdi. Tabii ki, burada da rahat durmayacak ve meslektaşlarını kızdırmaya devam edecekti.

Meslektaşlarından bir kısmı, deney yönteminin Aristoteles'e körü körüne bağlanmaktan daha doğru bir yol olduğunu kabul ediyordu. Ancak yine de, "cisimlerin düşüşü" ile ilgili Aristoteles'in geliştirdiği fizik yasasını benimsiyorlardı: Ağır cisimler daha hızlı, hafif cisimler daha yavaş düşer. Galilei ise, bu yasayı çürütmeye koyuldu. O; kâğıt, tüy gibi hafif cisimlerin yavaş düşmesinin havanın karşı koymasından ileri geldiğini; gerçekte ise, aynı yükseklikten bırakılan farklı ağırlıktaki iki cismin, yere aynı zamanda düşeceğini ileri sürüyordu. Pisa'daki ünlü eğri kuleye çıktı, biri büyük, ağır; diğeri küçük, hafif iki topu aynı anda bıraktı. İkisi de aynı anda yere düşmüştü.

Bu deney, üniversitedeki diğer profesörleri fazlasıyla kızdırmıştı. Gerçeğin yüzlerine vurul-masını hazmedemeyen okul yönetimi, Galilei'nin sözleşmesini yenilemedi. 28 yaşındaki bilim adamı, başka sulara yelken açmak zorunda kaldı. Uzun uğraşlar sonunda, Padova'ya yerleşti ve kent dükünün himayesi altında Padova Üniversitesi'nin matematik kürsüsünden kabul ce-vabı aldı. En ünlü keşiflerini ve teorilerini, bu üniversitedeki yılları sırasında gerçekleştirecek-ti.

Galilei topları Pisa Kulesi'nden gerçekten attı mı?
Galilei'nin altın ve kurşun karışımı topları Pisa Kulesi'nden aşağıya atarak gerçekleştirdiği ileri sürülen deney, bilim adına bir efsane kabul ediliyor. Ancak bu deneyi gerçekleştirip ger-çekleştirmediği tartışılıyor. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden Prof. Dr. Giorgio de Santillana, Britannica Ansiklopedisi'nin Galieo Galilei bölümüne yazdığı önsözde, öykünün gerçek temelinin bulunmadığını belirtiyor. Ancak, 1994'te Galilei'nin biyografisini kaleme alan James Reston ise efsanenin doğru olduğu kanısında.
Ancak kesin olan, 1586'da Simon Stevin adlı Flaman matematikçinin, Galilei'ninkine tamamıyla benzeyen deneyi 3 yıl sonra gerçekleştirip, sonuçlarını da yayımlamış olması. Stevin de Galilei gibi, Aristotales'in ağır cisimlerin hafif cisimlere oranla daha hızlı düştüğü savını çürütmeye çalışmıştı. Bunu ispatlamak için biri diğerine göre on kat daha ağır kurşun topları, 9 m. yükseklikten aşağıya bıraktı. İki top da aynı anda yere düşmüştü.
Galilei belki de hiç gerçekleştirmediği bir deneyle ün kazanmış ve Kilise'ye karşı bunun so-nuçlarına katlanmak zorunda kalmıştı. Bu deney yıllar sonra 2 Ağustos 1971'de, Apollo 15'in komutanı Dave Scott tarafından gerçekleştirildi. Scott bir çekiçle kuş tüyünü aynı anda bıraktı. Ay'ın havasız ortamında, iki cisim de aynı anda hızla yere düştüler.


1602'de yine Aritoteles'in yasalarını çürütmeye çalışmakla meşguldü. Çeşitli ağırlıkta toplar alarak, bunların bırakıldıkları zeminin 1602'de yine Aritoteles'in yasalarını çürütmeye çalışmakla meşguldü. Çeşitli ağırlıkta toplar alarak, bunların bırakıldıkları zeminin eğrilik derecesine göre yavaş ya da hızlı düşeceklerini kanıtlamaya girişti. Oluğa benzeyen tahta, sırasıyla çeşitli açılarda eğri tutuldu. Cisimlerin ağırlıklarına göre değil, tahtanın eğrilik derecesine göre hızlı ya da yavaş yuvarlandıkları görüldü.
Galilei'nin eline koz verecek bir başka olay da, Ekim 1604'te yaşandı. Yıldız patlaması şeklinde tanımlanan üstnova, tartışmayı başlatan kıvılcım olmuştu. Avrupalı gökbilimciler, Ophiucus Takımyıldızı'nda meydana gelen büyük bir patlama keşfetmişlerdi. Halbuki Aristoteles, yıldızların yerlerinden kımıldamayan sabit cisimler olduğunu belirtmişti. Galilei, bu konuyla ilgili olarak pek çok konferansa katılınca, Padova Üniversitesi profesörlerini de karşısına aldı.
1609'da, Hollandalılar'ın uzaktaki cisimleri daha yakın gösteren bir cihazı keşfettiklerini duyması, onun için bir dönüm noktası oldu. Bu cihaz teleskoptu.
Galilei, Venedik'teyken kendi adını taşıyan ıraksak mercekli dürbünle bu keşfi geliştirdi ve gökcisimlerini incelemeye başladı. Gördükleri, Aristoteles'in tüm iddialarını yerle bir ediyordu. Önce, Ay üzerinde gözlemler yaparak dağların yüksekliğini ölçtü. Güneş üzerindeki lekeleri saptadı. Bugün de "Galilei Uyduları" diye anılan, Jüpiter'in ekseninde dönen uyduları keşfetti.
Ancak en çok endişe uyandıran buluşu Venüs'tü. Galilei, Venüs'ün de Dünya'nın hareketlerine benzer evreler geçirdiğini gördü. Aristoteles'e göre Dünya, evrenin merkeziydi ve diğer gezegenler onun yörüngesinde yer alıyordu. Dolayısıyla, Venüs'ün tam bir daire çizmesi ge-rekliydi, yarım daire değil. Ancak, teleskopu bunu göstermiyordu. Galilei, Dünya'nın evrenin merkezi olmadığına ilişkin çok somut bir kanıt elde etmişti.
Buluşlarını 1610 yılında yayımladığı Yıldızların Habercisi (Sidereus Nuncius) başlıklı kitabında açıklayınca, büyük bir yankı uyandırdı ve uluslararası alanda ün kazandı. Bu kitapla Vatikan'ın dikkatini de üzerine çekmişti. Başta her şey iyi gidiyordu: Papanın gökbilimcilerine teleskopuyla bir sunum yapması için davet edilmişti, bunun yanı sıra iddialarını sevinçle karşılamışlardı.
Ancak Galilei, iki konuda Vatikan'ı karşısına aldı. Keşiflerinden de aldığı cesaretle, Güneş Sistemi'nin merkezinin Güneş olduğunu kendisinden 70 yıl önce ileri süren Kopernik'i des-tekledi. İkinci olarak da, teleskopuyla gökyüzüne bakmak istemeyen Aristotelesçilerle yine dalga geçti.
Ünleri ve meslekleri tehdit altına girmeye başlayan bilim adamları, Galilei'nin Kopernik'i desteklemesiyle İncil'e sarıldılar. Yehova'nın Eski Ahit'inde aradıklarını buldular: Bir öyküde, Güneş'in hareketsiz durduğunun "varsayıldığı" belirtiliyordu. Bu da, aslında Güneş'in hareket ettiği anlamında yorumlanabilirdi.
Galilei'nin düşmanları, Kopernik ve onun görüşlerini benimseyenlerin Kutsal Kitap'ın doğru-luğunu karalamaya ve yalanlamaya çalıştıklarını ilan ettiler. Bu nedenle de dini inkâr suçunu işlediklerini öne sürdüler. Vatikan'ın şüpheli inkârcıları araştıran görevlileri konuya el koy-makta geç kalmadılar. Galilei için bundan sonraki durak artık belli olmuştu: Engizisyon!

5 Mart 1616'da, Yüksek Din Kurulu bir emirname yayımladı. Engizisyon kurumunun yüksek mahkemesi sayılan bu kurul, emirnamesiyle, Kopernik'in bütün kitaplarını yasaklıyordu. On-dan birkaç gün sonra da, kardinal Bellarmino, Galilei'yi sarayına çağırarak, papa ile Yüksek Kurul'un ortak emrini bildirdi. Kendisinden
Kopernik'in görüşlerine katılmaktan vazgeçme-sini istedi. Galilei boyun eğer gibi göründü. Çünkü bunun bir oyun olduğunu, karşı gelecek olursa Bellarmino'nun bunu "suçu açıkça kabul etmek" sayacağını ve Engizisyon Mahkemesi'nde aleyhinde kanıt olarak kullanacağını anlamıştı. Galilei bu seferlik ucuz atlatmıştı.

Aydın bir din adamı olan papa VIII. Urbano'nun Vatikan'ın başına geçmesiyle biraz olsun rahatladı. 1624 yılında, Güneş Sistemi'yle ilgili teorileri tartışacağı yeni bir kitap yazmaya başladı. Ancak bir şart koşulmuştu: Kitapta hiçbir teorinin tam olarak doğru olduğunun bili-nemeyeceği, bunu sadece Tanrı'nın bilebileceği vurgulanmalıydı. 1632'de, İki Büyük Dünya Sistemi, Ptolemaios ve Kopernik Sistemleri

Üzerine Konuşmalar (Dialoge Sopra i due Massimi Sistemi de Mondo, Ptolemaico e Copernico) adlı kitabını yayımladı. Kitap, Avrupa'da büyük ilgi gördü ve bilim literatürünün klasik eserleri arasındaki yerini aldı. Büyük bilgin, bu eserinde de Kopernik'i savunmuştu. Büyük fırtına koparan eser, gericileri endişeye düşürmüştü. Onlara göre, Galilei'nin kitabıyla "yer, gök alt üst olmuştu". Galilei bunun böyle olacağını önceden bildiği için, kitabında Simplicius'u şöyle konuşturmuştu: "Yeni düşünce tarzı yerle göğü alt üst ediyor!"

1633'te, 69 yaşındaki bilim adamı, dini inkâr suçundan Roma'ya çağrıldı. Uzun sorgulamalar sonunda, mahkemenin işkence kararı kendisine bildirilince, birdenbire durgunlaştı. Belki davası uğruna her türlü işkenceye göğüs gerebilirdi, ama, çektiği acıların bilime ne yararı olacaktı ki? Kopernik'in sistemini redde zorlanmıştı, o da bunu kabul etti. İddiasından vazgeçmişti; dizlerinin üzerinde doğrulurken şöyle mırıldanmıştı: "Her şeye rağmen Dünya dönüyor".
Ömür boyu hapse mahkûm edilen Galilei, Floransa yakınlarında bir evde son 9 yılını göz hapsinde geçirdi. Bu soyutlanmış yaşamı sırasında, bilimsel çalışmalarını sürdürdü. Hareket ve güç konusunda yazdığı kitabı Mekanikle İlgili İki Yeni Bilim Üzerine Söylevler ve Matematiksel Kanıtlar (Discorsi e Dimostrazioni Mathematice Intorno a Due Nuove Scienze Attenenti alla Mecanica), Galilei'nin bilim dünyasına kattığı en önemli eserlerden biri. Bu kitabıyla bir kez daha, bilimsel devrimlerin matematiğe dayandığını kanıtlıyordu.

8 Ocak 1642'de, 77 yaşında öldü. Ölümünden hemen sonra Noel günü, Lincolnshire çiftliğinde, Galilei'nin attığı temelleri geliştirecek bir erkek çocuk dünyaya geldi. Bu çocuğun adı Isaac Newton'dı.
En son Elan_Vital tarafından Pzt 12 Haz, 14:17 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.


Sarsılmaz Benim Derinliğim: ama yüzen bilmeceler ve gülüşlerle parıldar...


Kullanıcı avatarı
Elan_Vital
*SiyahAkrep*
*SiyahAkrep*
Mesajlar: 1141
Yaş: 38
Kayıt: Pzt 09 Oca, 20:40

Okunmamış mesaj gönderen Elan_Vital » Pzt 12 Haz, 14:13

Sir Fred Hoyle
Elementlerin üstadı...

Bağımsız astrofizikçi ve evrenbilim gurusu Sir Fred Hoyle, yaşayan bir efsane...Hayata, evrene, dahası her şeye dair ürettiği fikirler ve mihenk taşı sayılacak buluşlarıyla milenyuma damgasını vuran bir bilim savaşçısı... Karbonla insan hayatının kökeni arasındaki ilişkiyi keşfeden bir dahi…

Bilimin çözmekle yükümlü olduğu onca soru, maddenin kökenine ilişkin en derin kaygılar... Yaşam nasıl doğdu? Atomlar nereden geldi? Evren nasıl oluştu? Bu soruları yanıtlamak için, bilimin çok farklı alanlarında hummalı çalışmalar, araştırmalar yürütüldü. Kimyadan matematiğe, subatomik fizikten evrenbilime... İşleri çok zordu, başarı şanslarıysa çok az. Hatta birçok bilim adamı, bu konular üzerine kafa yormanın bile anlamsızlığını savundu. Ancak bir bilim adamı, kolay başarılara imza atmaktansa, bilinmeyene meydan okumayı yarım yüzyılı aşkın bir süredir kendisine görev biliyor: Sir Fred Hoyle...
O, çağdaşı olan meslektaşlarından farklı şekilde, özgünlüğün ve katıksız entelektüel gücün neler başarabileceğini gözler önüne serdi. Bunun so-nucunda da, kimyasal elementlerin kozmik kökenini ortaya çıkarmakla ödüllendirildi.
Dehası, Hoyle'ı hep daha ileriye götürdü. Kendisini uzun yıllar evrenin gizemini çözmeye adadı ve ulaştığı sonuç en sağlam teorilerden birine dönüştü. Yerküre üzerindeki yaşamın köklerinin uçsuz bucaksız uzayda yattığını ileri sürdü.

Lafını esirgemeyen aykırı kişiliğiyle de ön plana çıkmıştı. Bilim dünyasının önde gelen isimlerinin sürekli aleyhinde konuşması nedeniyle Nobel Ödülü'nden bile olmuştu. Ama onun entelektüel huysuzluğu, kısa pantolonlu dönemlerine uzanıyor. Bir öğretmen ve ihracatçı babanın oğlu olan Hoyle, 1915'te Bingley, Yorkshire'da doğdu. Bağımsız düşünceden yana olduğunun sinyallerini çok küçük yaşlarda veriyordu. Henüz dört yaşın-dayken, kendi geliştirdiği bir yöntemle çarpım tablosunu ezberlemişti. Okul sıralarında oturmanın dayanılmaz olduğunu düşündüğünden okula gitmiyordu. Ailesi onu okulda biliyor, öğretmenleri ve arkadaşları ise evde hasta yattığını sanıyorlardı. Halbuki o, yerel sinema salonlarına gitmeyi tercih ediyordu. Neden bunu yaptığı sorulduğunda, altyazılar yardımıyla okuma yazmanın daha kolay öğrenildiğini ileri sürecekti.

18 yaşında Cambridge, Emmanuel Koleji'nde matematik üzerine yoğunlaştı; çünkü bu alanda kendisini eksik görüyordu. Zayıf olduğu alanda bile, okulunu en iyi dereceyle bitirdi. 1930'lu yılların sonunda bilimsel araştırmalarına başladı. Çok geçmeden de, dünya çapında bir bilim adamı unvanına kavuştu.O dönemde, yıldızların güç kaynaklarının keşfedilmesi, bilim dünyasında büyük ilgi uyandırmıştı. Nükleer füzyon diye adlandırılan ve hidrojen çekirdeğinin yıldızın içindeki sıcaklıkla erimesiyle açığa çıkan yüksek miktardaki enerji, güç kaynağını oluşturuyordu.
Hoyle ve kendi gibi genç meslektaşı Raymond Lyttleton bu teoriyi kullanarak şu sonuca vardılar: "Bir yıldızın parlaklığı, kütlesi biliniyorsa kolayca hesaplanabilir." Bu, birbirini izleyecek birçok keşfin de habercisiydi.
1944'teki iki şans buluşması, 29 yaşındaki Hoyle'ı en önemli çalışmasına yöneltti. California yolculuğu sırasında, Alman astronom Walter Baade ona, süpernova adı verilen, yıldızlarda meydana gelen inanılmaz şiddetli patlamalardan söz etti. Birkaç gün sonra da Cambridge'ten eski arkadaşlarının araştırmalarını izlemek üzere Kanada'ya gitti. Arkadaşları bir atom silahı üzerinde çalışıyorlardı. Denemelerden birinde, nükleer patlamanın etkisiyle çok yüksek değerlerde enerji açığa çıktı. Baade'yle diyalogunu hatırlayan Hoyle'ın kafasında bir soru işareti oluşmuştu. Acaba, benzer bir patlama, süpernovayla açığa çıkan muazzam enerjiyi açıklayabilir miydi?
Hoyle, Cambridge'e geri döndüğünde topladığı bilgilerin ayrıntılarını araştırmaya koyuldu. İşlemler sırasında, süpernova içindeki sıcaklığın milyarca dereceye ulaşabildiğini ortaya çıkardı. Bu çok önemli bir adımdı; çünkü, yıldızları kimyasal elementlerin eridiği kızgın bir fırına dönüştürüyordu.

İşin özünde, argondan bakıra kadar her kimyasal element aynı yapı bloğundan oluşuyordu: elektron yörüngesi etrafındaki proton ve nötron çekirdekleri.Hidrojendeki tek proton ve elektrondan, her uranyum atomunda bulunan 92 bileşene kadar farklılık, bu bileşenlerin sayılarında yatıyordu. Dolayısıyla teoride, sadece basit olanları birleştirmek suretiyle her elementi yaratmak mümkün olabilirdi.Bu harika bir fikirdi. Ancak atom çekirdeklerinin artı yük taşıması ve yüklerin uyuşmaması gerçeği bu iddiayı çürütüyordu. Bunun üstesinden gelebilmek için, çekirdeğin olağanüstü bir sıcaklıkta parçalanması gerekliydi. Hoyle, gerekli sıcaklığın var olduğu bu yıldız fırınını artık keşfetmişti.
Araştırmasını yaptığı sırada, ABD'de yaşayan bir Rus fizikçi, bu fırın için başka bir alternatif sundu: evrenin kendisi. George Gamow'a göre, evrenin doğumuna neden olan patlama, bütün kimyasal elementlerin oluşumunu sağlayacak her şeye sahipti.
Gamow'un uygun teklifi birtakım sorunlarla karşı karşıyaydı. Fizikçiler, ağır elementlerin oluşmasını sağlayan zincir içindeki bazı olumsuz etkenlere işaret ettiler. Onlara göre, evren soğumadan önce bu köprünün kurulması mümkün değildi. Ancak Hoyle, elementleri yıldızlar içinde ısıtmanın bu sorunları ortadan kaldıracağını gösterdi. Çünkü yıldızlar, yeterli sıcaklığı milyarlarca yıl koruyorlardı ve bu da gerekli nükleer tepkimelerin oluşmasına imkân tanıyordu. Bu tepkimelerin karbon elementiyle doğrudan bağlantılı olduğunu buldu. Karbonun C-12 izotopunun rezonansı, sadece çok düzenli bir enerjide açığa çıkıyordu. Bu gerçekleşmezse, yıldızlar karbon üretemezdi. Teorinin kilit noktası da buydu: Karbon yoksa, insan yaşamı da olamazdı.


Keşfini gerçekleştirdiğinde C-12 rezonansına ilişkin henüz bir kanıt yoktu. Hoyle'a göre, bilim otoritelerinin gözden kaçırdığı bir nokta vardı. Çünkü, yaşam belirtisinin var olduğu her alanda C-12'nin rezonansı gerçekleşiyordu. Bu fikri sağlamlaştırmak için, nükleer tepkimeler konusunda uzman William Fowler'a danıştı. Fowler, önceleri Hoyle'ın delirdiğini düşündü. Çünkü atomun yeni bir özelliğini, sadece yaşamın varlığına bağlamak çok da akıllıca değildi. Yoğun ısrarlar üstüne yapılan araştırma Hoyle'ı bir kez daha haklı çıkarmıştı: C-12'nin rezonansı, onun öngördüğü enerjide gerçekleşiyordu.
Bu, Hoyle'ın özgün düşünceleri ve bilimsel inadıyla ortaya çıkmış hayret uyandıran bir keşifti.

Ancak bu, asıl amacı olan tüm kimyasal elementlerin kökenini açıklama çabasında sadece bir atlama taşıydı. 1954'te, helyumdan karbona kadar tüm hafif elementlerin, kızıllaşmış yıldız içinde 100 milyon santigrat derece sıcaklıkta oluşabileceğini kanıtladı. Ağır elementler için, daha yüksek sıcaklık ve süpernova patlamalarını da içeren birtakım farklı etkenler gerekiyordu. İngiliz Geoffrey ve Margaret Burbidge çifti, Fowler ve Hoyle'dan oluşan araştırma ekibi, yedi ayrı elementin, yıldızlarda meydana gelen tepkimelerle nasıl oluştuğunu tanımladılar. Bunları kullanarak, sadece kimyasal elementlerin oluşma nedenlerini hesaplamakla kalmayıp, evrende ne kadar çok olduklarını da kanıtladılar. 1957'de bu araştırmalarının sonucunu anlatan "B2FH Tezi", o güne kadar yazılmış en önemli bilimsel makale niteliğinde. Makale adını yazarlarının baş harflerinden alıyor.
B2FH Tezi, lityum, helyum gibi çok hafif olanlarından başlayarak, bütün kimyasal elementlerin kökenini anlatıyor. Öteki ağır elementler için daha sıcak fırınlar gerekiyordu. 1960'lı yılların başında, Hoyle Cambridge'li astrofizikçi Roger Tayler'la bir takım kurarak, bu konunun gizemini bulmaya çalıştı. Bunu gerçekleştirmek için de, ilk önce George Gamow'un elementleri "Büyük Patlama" ile gerçekleştirme fikrini yeniden gözden geçirdi. Hesaplamalarını son verilerle yeniden yaparken, Büyük Patlama'nın başlangıç dönemlerindeki 10 milyar santigrat derece sıcaklığın, dünyaya yüzde 75 oranında hidrojen ve yüzde 25 oranında helyum bırakacağını buldular; tıpkı bugün ileri sürüldüğü gibi.

1967'de, Fowler ve ABD'li astrofizikçi Robert Wagoner'la yürüttüğü çalışmalar sonucunda, büyük projesinin boşta kalan tüm noktalarını da doldurdu. "Büyük Patlama"yı, diğer hafif elementlerin kökenini açıklamakta kullandı. Hidrojenden uranyuma ve ötekilere kadar tüm kimyasal elementlerin doğumunu açıklığa kavuşturdu. Bir bardak su içindeki basit hidrojen ve oksijen karışımının anatomisini çizdi. Bir bardak su içindeki hidrojenin "Büyük Patlama" sırasında; oksijenin ise, ondan milyarlarca yıl sonra, bir kızıllaşmış yıldız ya da süpernovada doğduğunu biliyor muydunuz?

Hoyle'ın çalışması Nobel Ödülü'nü çoktan hak etmişti. 1983'te Nobel Komitesi fizik dalında ödülü bu çalışmaya verdi; ancak, inanılmaz bir şekilde sadece William Fowler'a...
Ödülün neden Hoyle'a verilmediği konusu, tam bir dedikodu malzemesi haline geldi. Bu konuda birçok görüş ileri sürüldü. Ama, bunlar arasında en ilginç olanı, komitenin dokuz yıl önceki bir olaydan dolayı bilim adamından intikam aldığı iddiasıydı. Hoyle, genç bir Cambridge öğrencisine, sırf kadın olduğu gerekçesiyle Nobel Ödülü'nün verilmediğini söylemiş, bu konuda çok şiddetli eleştirilerde bulunmuştu.

Gerçek ne olursa olsun, o zaten gönüllerde ödüllendirilmişti. Bağımsız düşüncesi ve inatçılığıyla istediği sonuca gitmeyi başarmıştı. Onun için Nobel Ödülü'nü almak ya da almamak pek bir şey ifade etmiyordu. Çünkü o, bilim tarihi boyunca zihinleri en çok kurcalayan soru için ilk ipucunu vermişti: "Nereden geliyoruz?"
Sarsılmaz Benim Derinliğim: ama yüzen bilmeceler ve gülüşlerle parıldar...

Kullanıcı avatarı
Elan_Vital
*SiyahAkrep*
*SiyahAkrep*
Mesajlar: 1141
Yaş: 38
Kayıt: Pzt 09 Oca, 20:40

Okunmamış mesaj gönderen Elan_Vital » Pzt 12 Haz, 14:15

Alan Turing
Matematikle savaş kazanan adam

Alan Turing, II. Dünya Savaşı'nda Almanlar'ın "çözülemez" dediği şifrelerini çözen çok zeki bir matematikçi, bir kahraman ve intihara sürüklenmiş bir dahiydi.

Bayan Clayton, 1954'ün haziran ayında, akşamüstü eve yaklaşırken bir şeylerin yanlış gittiğini biliyordu. Her gün ev sahibine yemek yapmaya giderdi, ama o gün süt hâlâ kapının önünde, gazete ise posta kutusundaydı. İçeri girdi, yatak odasına çıktı ve kapıyı çaldı. Yanıt alamayınca odaya girdi. Ve Dr. Alan Turing'in yatağın üstünde duran cansız bedeniyle karşılaştı.

Yapılan inceleme sonucunda, 20. yüzyılın en parlak zekâlarından biri olan Alan Turing'in, önceki gece, yani 7 Haziranda, siyanür alarak intihar ettiği anlaşılmıştı.Matematik dalında kendini geliştiren Alan Turing, bilgisayar biliminin temellerini attı. Yapay zekâdan biyolojiye kadar birçok araştırmaya öncülük etti ve Naziler'in gizli şifrelerini çözerek, İngiltere'nin II. Dünya Savaşı'ndan kayıpsız çıkmasını sağladı.
Ama aynı toplum, Turing'e sırtını döndü ve onun yaşam tarzını kabul etmedi. Turing'in intihara sürüklenmesinin nedeni de, büyük olasılıkla buydu. Turing'in yaşamı, bir dehanın hayret veren yaratıcılığının, dönemin önemsiz ve tutucu bürokratları tarafından nasıl yok edildiğini anlatan bir trajedi.

Alan Mathison Turing, 1912 yılında orta sınıftan memur bir babanın ikinci çocuğu olarak doğdu. Çocukluğunun büyük bir kısmını, babasının işi dolayısıyla Hindistan'da, gardiyanların arasında geçirdi. Hayalci ve toplumdan uzak bir genç olarak amatör fen projelerine ilgi duydu. Derin araştırmalar yapar, mıknatısla metal arar ya da arıları yuvalarına geri dönene kadar izlerdi.
10 yaşına geldiğinde "Natural Wonders Every Child Should Know" (Her Çocuğun Bilmesi Gereken Doğa Mucizeleri) adlı kitabı okudu ve bu, yaşamının dönüm noktası oldu. Bu kitap sayesinde, doğada çözüm bekleyen gizemleri keşfetti. Örneğin, canlıların tek bir hücreden oluşması gibi. Ayrıca, kitaptan öğrendiği çok önemli bir nokta da, bu gizlerin
bilim yoluyla incelenebilmesiydi.

Turing, o andan itibaren, sorularını yanıtlayamayacak konularla ilgilenmenin zaman kaybı olacağını düşündü. Devlet okulu Sherborne'da sorunlar yaşaması kaçınılmazdı. Çünkü, yaşıtlarına göre çok ileri bir düzeydeydi. Matematik ve fen, arkadaşlarının korkulu rüyasıyken, Turing bu derslere büyük bir ilgi duyuyordu. 17 yaşında, kuramsal bilimin merkezi Cambridge Üniversitesi'ne, matematik okumak üzere başvurmaya karar verdi. Trinity Koleji tarafından iki kez reddedildi; ancak, King Koleji tarafından kabul edildi ve öğretmenlerini, yaratıcılığıyla derinden etkiledi.

1934'te, sınıfını birincilikle bitirerek mezun oldu. Bu başarısı, bilimsel araştırmalar yapmak üzere Cambridge Üniversitesi'nden burs kazanmasına yol açmış ve ömür boyu araştırma yapma fırsatı doğurmuştu. Ancak o yaz, Turing'in Grantchester çayırında otururken ansızın yaşadığı beyin fırtınası, yaşamını ve 20. yüzyılı değiştirecekti.

Dünyanın en iyi matematikçilerini zorlayan bir problemi rasgele bulmuştu. Bulduğu çözüm, programlanabilir bilgisayar fikrinin doğmasına da yol açacaktı. Sorun, matematiğin herhangi bir matematiksel varsayımın doğruluğunu ispat edip edemeyeceğiydi. 2+2'nin 4 ettiği sonucunun doğruluğundan; 11, 13 ,17, 19, 29 ve 31 gibi sonsuz sayıdaki asal sayıların var olup olmadığı örneklerine kadar, eski gizlerden yola çıkarak, matematik problemlerini çözebilecek bir yöntem aradı.

Turing, "Decidability Problem" denen bu problemi, Cambridge matematikçilerinden Max Newman'ın derslerinde duymuştu. Max Newman, mekanik yöntemin (mechanical process) işe yarayıp yaramayacağını merak ediyordu.Matematikçiler için mekanik yöntem zahmetli bir yol. Örneğin, çocuklar bu yöntemi uzun işlemleri yaparken "elde var 2, ekle 1" şeklinde kullanı-yorlar. Ama 23 yaşındaki Turing, bu yöntemi daha da geliştirmeye karar verdi. Hayalinde, her türlü matematik problemini inceleyebilen ve doğru olup olmadığını kontrol edebilen bir cihaz düşledi.

Turing'e göre cihazın yapısı basit olmalıydı. Sonlu satır üstündeki simgeleri okuyarak, yazarak ya da silerek, tek bir simgeyle matematiğin özünü yakalayabilmeliydi. Turing, "Decidability Problem"ın çözümünün, veriler ne olursa olsun, bu makinenin bir sonuca varmasında yattığını gördü. Dolayısıyla makine, varsayımın doğru ya da yanlış olduğuna karar vermeli, sonunda da işlemi durdurmalıydı. Makine, hangi yöntemle yaklaşılırsa yaklaşılsın, çözülemeyecek bir paradoksa "bu varsayım yanlış" sonucunu verme-liydi. Şaşırtıcı bir şekilde Turing, bilimin çözemeyeceği problemlerin olduğunu gösterdi. Hâlâ, 20'li yaşlarındaki bu düşünceleriyle, dünya çapında bir matematikçi olarak kabul ediliyor.

Makineler insanlar gibi düşünebilecek mi?
50 yılı aşkın bir süre önce, Alan Turing, çağımızda da zihni kurcalayan bir soruya takıldı: "Bilgisayarlar bizim gibi düşünebilir mi?"
Çoğu insan, bu düşüncenin gülünç olduğuna inanıyor. Asıl sorun, "düşünmek" kelimesiyle kastedilenin ne olduğu. Turing, ötekilerden farklı olarak, karışıklığa "Turing Test" fikriyle son verdi. Buna göre, eğer çalıştığınız bilgisayarın yanıtları bir insandan beklenebilecek yanıtlarsa, o zaman makinenin düşündüğü söylenebilir.
1990'da Amerikalı bilim adamı Dr. Hugh Loebner, ilk düşünen bilgisayarı yapacak kişiye 100.000 dolar ödül koydu. 1990'dan beri her yıl, dünyanın en iyi bilim adamlarının icatları 10 jüri üyesi önünde deneniyor. Jüri üyeleri, 5 dakika içinde yanıtların bilgisayardan mı, insandan mı geldiğine karar vermek zorundalar. Loebner Ödülü'ne başvuranların bir kısmı, jüri üyelerinin yüzde 50'sini aldatmayı başardı. Ama, şu ana kadar hiçbiri bütün jüriyi ikna edemedi.

Turing'in zekâsı, kısa zamanda çok daha acil ve tehlikeli bir amaç Turing'in zekâsı, kısa zamanda çok daha acil ve tehlikeli bir amaç için kullanıldı: İngiltere'nin savaşta yenilmesini engellemek için... 1938 yılında, II. Dünya Savaşı'na bir yıl kala Turing, Bletchley Parkı'na gizli bir göreve katılması için davet edildi. Görevi, Nazi askeri şifrelerini çözmekti.

Almanya'nın, Enigma diye adlandırdığı bu şifre makinesi oldukça karışıktı. Alet, mesajları, rotor ve elektrik akımları yardımıyla milyonlarca farklı şekle dönüştürüyordu. Turing'in görevi, makinenin yolladığı karmaşık mesajları açıklığa kavuşturmaktı. Polonyalı şifre uzmanları, gelişmiş matematik yöntemleriyle Enigma'nın eksikliklerini belirlemiş, hatta Naziler'in birtakım gizli mesajlarını çözmeyi başarmışlardı. Ama, savaş yaklaştıkça Enigma gelişti ve Polonya daha ileri gidemedi. Mesajlar çok hızlı bir şekilde çözülmeliydi; çünkü içerdikleri bilgiler sürekli değişiyordu. Bu, çok hız gerektiren ve oldukça zor bir görevdi.

Turing'in kıvrak zekâsı bir kez daha çözümü buldu. Enigma'nın, olası bir çözümlemeye önlem bağlamında, çok büyük sayılardan oluştuğunu fark etti. Sözgelimi, "A" harfi "G", "G" de "A" şeklinde çözülüyordu. Turing'in, bir mesajdaki kelimelerin trilyonlarca olası çözümlemelerini çıkarıp, sadece işe yarayacakları ayırabilen bir makineye ihtiyacı vardı.

Bu harika bir adımdı ve Turing'in bu fikrinden hareketle İngiltere, Alman denizaltısı "U-Boat"ların mesajlarını bir saatlik bir aktarım süresinde çözebildi. Ama Almanlar, 1942'de Enigma'yı yenilediler ve geliştirdiler. Daha da kötüsü, şifre çözücüler, Hitler ile generallerinin daha kapsamlı "Geheimschreiber" adlı bir şifre makinesi kullandıklarını saptadı. Henüz 29 yaşındaki Turing ile meslektaşları, bu gelişmelere ayak uydurmak zorundalardı ve yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan "elektronik" teknolojisini denemeye karar verdiler.

Sonuç, "Clossus" adlı bir makineydi. Bir oda büyüklüğündeki cihaz, belirlediği şifredeki 25.000 karakteri, bir saniyede tarayan 1.500 radyo lambasından oluşuyordu. Bugüne kadar Colossus'un nasıl çalıştığı gizli tutuldu. Colossus, Müttefikler'in Hitler'in en gizli şifrelerine girmelerini sağlamış ve bu da Hitler'in mağlubiyetiyle sonuçlanmıştı.

Tarihçiler, Colossus'un Avrupa'daki savaşı iki yıl kısalttığını ve buna bağlı olarak sayısız yaşam kurtardığını belirtiyorlar. Ayrıca cihaz, Turing'in 10 yıldan daha az bir süre önce hayalini kurduğu modern bilgisayarın öncüsü sayılıyor.

Hitler'in yenilmesinden sonra, Turing, dünyanın ilk elektronik beynini yaratmaya karar verdi. Teddington'daki Ulusal Fizik Laboratuvarı'nda çalıştı ve ufak değişikliklerle denklemleri çözebilen, maaş ayarları yapabilen ya da satranç oynayan "Automatic Computing Engine" (otomatik hesaplama cihazı) projesini geliştirdi. Hatta Turing, ilk dil programını tasarladı. Bürokratik çekişmeler nedeniyle projesini durdurmak zorunda kaldı. Ancak, 1948'de, basitçe tasarlanmış Mark-1 adındaki bilgisayarın geliştirilmesi çalışmalarına katılmak üzere Manchester Üniversitesi'e gitti. Mark-1'e önemli ekler yaptı.Günümüzde Mark-1'e ek gerçek bilgisayar olarak kabul ediliyor. Ama Turing'in zekâsı, onu yine başka yönlere itiyordu. Yapay zekâyla ilgilenmeye başlamış ve 1950'de, günümüzün gündeminden düşmeyen "makineler düşünebilir mi?" sorusunun yanıtını bulmak için testler yapmıştı.

Turing daha sonraları, İlk kez 10 yaşında okuduğu "Natural Wonders Every Child Should Know" kitabına geri döndü. Kitapta, bir tek hücrenin trilyonlarca parçaya bölünerek canlıları nasıl oluşturduğu ve her bir hücrenin ne yapması gerektiğini bildiği anlatılıyordu. Ama, kitaba göre, hücrelerin bunu nasıl gerçekleştirdiği biraz gizemliydi. Turing, yanıtı buldu ve kimyasal maddelerin etkileşimlerini içeren karışık denklemleri bir yana bıraktı.

1952 yılında Turing bir felaketle karşılaştı. Manchester polisi tarafından tutuklandı ve genç bir erkekle yakalandığı gerekçesiyle mahkemeye çıkarıldı. Toplumsal ahlakı bozmaya yönelik davranışları düzenleyen yasa kapsamında yargı-lanacaktı. O zamanlar homoseksüellik suçtu, Turing ise bunu gülünç buluyordu. Suçunu kabul etti, önünde iki seçeneği vardı: hapis ya da hormon tedavisi.

Turing, hormon tedavisini seçti. Hatta, biyoloji ve fizik çalışmalarını bile sürdürdü. Ancak, bu suçlama ve verilen ceza, birçok şeyden mahrum kalmasına yol açtı. Güvenlik belgeleri elinden alındığından, şifre çözme merkezi GCHQ'a yürüttüğü danışmanlığına son verildi. Ayrıca, bildiği devlet sırlarını açıklaması olasılığına karşı gözetim altında tutuldu.

Turing'i en çok korkutan, suçunun zeki makineler projesini de rafa kaldırma ihtimaliydi. Haziran ayının o soğuk ve yağışlı pazartesi gününde, bu kaygılar içinde salınan Turing'in aklından geçenleri tam olarak bilemiyoruz, hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. Aslında, nasıl öldüğü de çok açık değil. Bilinen, siyanür şırınga edilmiş bir elma yediği. Emin olduğumuz tek şey ise, başarılı düşünürlerin çoğunun yaşamının erken sona erdiği. Turing öldüğünde sadece 42 yaşındaydı.
Sarsılmaz Benim Derinliğim: ama yüzen bilmeceler ve gülüşlerle parıldar...


Cevapla
  • Benzer Konular
    Cevaplar
    Görüntüleme
    Son mesaj

“Araştırma Genel Konular” sayfasına dön